21 Mayıs 2011 Cumartesi

Verdik Dertlerin Eline

 
 
Mutluluk izafidir.

Birinin mutluluktan anladığı, bir başkasının üzüntüsüne sebebiyet verebilir. Birini mutlu edebilecek herhangi bir şey bir başkasını tatmin etmeyebilir ya da birisi için oldukça önemsiz gözüken bir durum bir başkasına tarifi imkansız mutluluklar yaşatabilir.

İçinde barındırdığı herkesi acısıyla dahi mutlu edebilen bir şey varsa o aşktır. Aşk başa gelince izafiyet ortadan kalkar. Hisseden, hissettiren, seven, sevilen, vesile olan, tanık olan herkes mutludur, dahası mutluluğun bir parçasıdır.

Hepimizi çatısı altında toplayan aşk, Beşiktaş… Puan tablosuna baktığımızda memnun olabileceğimiz bir şey olmadığı aşikâr. Ama dedik ya, aşkın acısı bile ayrı güzel. Hani dedik ya, mutluluk izafi. Bu sene kahır şerbetinin tadını ezberlesek de, Beşiktaş’ı sahada görmek bile başlı başına bir mutluluk vesilesi değil miydi Allah aşkına? Siyah şort beyaz formayı bir halı saha maçında dahi görsek o elemanın takımını tutmuyor muyuz her birimiz? Sokakta top oynayan çocukların çığlığında bile bir Quaresma duyunca okşanmıyor mu yüreğimiz?

Geride bıraktığımız sezona ilişkin manşetlerde Beşiktaşlı için genelde hüsran, hayal kırıklığı, burukluk yazar. Ama onlar profesyonel manşetlerdir sonuçta, para için ve belli bir süreliğine oradadırlar. Birnevi dönen çarkın sözcülüğünü yaparlar. Esas olan Beşiktaşlıların gönlünde yer alan başlıklardır, gerisi vız-tırıs hava yollarının devamlı yolcusudur.

Beşiktaşlı bu sene yanlışı en başta yaptı belki de. Yapılan transferlerin ve içine girilen yeni sürecin verdiği ara gazını prospektüsteki yan etkiye göz atmaksızın aldık kabul ettik. Hazmedemedi bünye, helak ve bitap düştük. Oysa Guti gelirken, Quaresma üçlü çektirirken, Portekiz üçlemesi havaalanlarına sığmazken biz böyle düşünmemiştik. Bileti Dublin’e aldık ama Kayseri’ye gidecek kadar benzin koyduk depoya. Ligde direksiyona yüksek promil alkolle oturduk çoğu kez ve bu sebepten maruz kaldığımız çevirmelerde şiş ve kebap olduk.

Bu noktada halen ısrarlıyım. Beşiktaş’ı dünya kulübü yapmak, Beşiktaş’ı dünyaya uydurmak uğruna bildiğimiz, sevdiğimiz o Beşiktaş’tan taviz vermek demek değildir. Bizim için aslolan mesele, gelecek nesillere Beşiktaş’ı bir dünya kulübü olarak bırakmak değil, Beşiktaşlı bir dünya bırakmaktır. Bu Beşiktaş dünyasında herkes kendini ve etrafını arıtacak ve aydınlatacaktır. Bu Beşiktaş dünyasında herkes Beşiktaş’a ve Beşiktaşlılığa sahip çıkacaktır. Gol her zaman dünya çapında forvetlerden gelmez, Takoz Recep’in röveşatasıyla ve üstelik yanlış kaleye de isabet edebilir. En iyi ara pasını her zaman Guti atamayabilir ama en kalleş geri pası hep Halilagic’ten gelir. Bir gün santrafor kaleci eldivenlerini giyip panter kesilebilir, başka bir gün kartal kalesinden Londra semalarına öpücük konduran bir asist gelebilir. Diyeceğim o ki Beşiktaşlı Beşiktaş’tan gelecek olan her şeye alışık, hazır ve razı olmalıdır.

İyi günde sahip çıkmak, ardında yürümek ve mutluluk konvoylarına katılmak kolaydır. Önemli olan kötü günde, gelecek iyi günlerin habercisi olmaktır. Oysa hayal kurmanın en bilindik kalleşliğidir hiçbir zaman gerçeğe dönüşmeyecek olması. Ama kapılırsın, ister istemez kapılırsın. Yeter ki hayalinin içinde ihtiraslar ve bunlardan kaynaklanan kıyımlar olmasın. Hakan topu doksandan çıkardığında değil, kornerde boşa çıktığında alkışlansın bir kere de. İsmail’in şutu tribünlere de gitse o ıslık sesi yerine o şutun gol olduğu gün geldiğinde yaşanacak gol sevinci ufak ufak hücrelere zulalanmaya başlasın. Guti ayağına her top alışında beklentimiz tereyağından çekilmiş kıl olmasın. Bobo için bir kere de topa yetişemediği zaman alkış kopsun statta.

Hak vereceksiniz; çocukluk çağlarımızda hepimiz daha mutluyduk. Sadece çocukluğun vermiş olduğu bir mutluluk değildi bu. O zaman dünyamıza imkansızlıklar hakimdi belki ama, belki de bu imkansızlıktı o dönemki mutluluğa imkan sağlayan. Formayı sadece topçunun üzerinde görürdük. Herhangi bir beyaz kıyafetin üzerine bir Beşiktaş arması diker ve o an hepimiz Beşiktaş’ın forveti oluverirdik. O zamanlar futbolcularla böyle bugünkü gibi sosyal medya sitelerinden sanal arkadaşlıklar edinip bunlara güvenerek enseye tokat olayına girdiğimiz olmazdı. Adına “tribün” denen ve milyonlarca Beşiktaşlının o akşam oynanan maçtaki yürek çarpıntısını dışa vurmakla görevli şanslı azınlık, maçlarda görürdü futbolcuları. Isınmaya çıktıklarında oley çekilirdi. Buluşma ve temas bundan ibaretti. Ama daha samimiydi. Futbolcu elini yüreğine koyar, taraftarın alkışı ciğerinden kopardı. Arada ağabeylerimiz antrenmana baklava götürürlerdi. Onların ağzı tatlanırdı, biz akşam spor haberlerinde izlerken tatlının şerbetinden gıyaben nasiplenirdik.

Futbolun belli başlı klasiklerdi vardı ezelden beri, bundan sonra da olmaya devam edeceği gibi. Ama Beşiktaş mabedi, futbol klişelerinin sınıfta kaldığı, ceza olarak tek ayak üzerinde bekletildiği yer oldu hep. Sosyal boyutu zaten malum, kimler kimler orada ters köşeye yatmadı ki… Kimler yüceltilip baş tacı edilmedi ve yine aynı şekilde kimler kılına bile dokunulmadan oradan dayak yemedi ki…

Fakat bunun yanında; -işin en enteresan ve güzel tarafı da bu olsa gerek- bizim maçlarda taraftarın oyuna katkısı da çok olmuştur hani. Az evvel değindik ya, golleri her zaman en iyi forvetler atmaz. Bunun en büyük ispatıdır Beşiktaş tribünleri. Bir gün bir bakmışsınız, cefakâr eski açık ortalamış, yeni açığın direkten dönen kafasını Kapalı tamamlamış ve ilerleyen dakikalarda başka gole gerek kalmayınca maç 1-0 Beşiktaş’ın üstünlüğüyle sona ermiştir. Ya da Vedat kaptanın sol taraftan getirdiği topu alan Baba Hakkı, çalımlarla ceza sahasına girerken penaltı noktasında demarke durumdaki Optik Başkan’ı görmüş, yıldız oyuncunun plasesinde top yalan dünyanın solundan ağlarla buluşmuştur. Ertesi gün maç yazısında Kâzım Kanat, Beşiktaş’ın cesur yüreği Çarşı’yı överken Mehmet Işıklar’ın attığı mükemmel gole şapka çıkardığını belirtmiş, hepimizin ahrazlığına dil olmuştur.

Transfer sezonuna girerken kuvvetle muhtemel kayışı koparacağımızı bilsem de –hevesinizi kırmak istemem ama- şu ruhu transfer etmeye bakalım derim, adı geçen veya gönüllerde yaşatılan dünya yıldızlarından önce. O ruhun maliyeti yalnızca Beşiktaşlılığı her şeyin önünde tutmaktır. Bonservisi elinde ve Beşiktaş’a fedadır. Karın tokluğunu bile iter tozlu raflara ve sırf Beşiktaş’a aç kalmamak için atar kendini sahalara. Her mevkide oynar, joker gibi adamdır. Her takım kadrosunda onu barındırmak ister. Biz onu tüm gücümüzle sahaya verebilirsek eğer, emin olun o da bizi utandırmayacak ve sahada basmadık yer bırakmayacaktır. Yeri gelir çizgiden çıkartır topu, pozisyonun devamında rakip ceza yayı üzerinde kazanılan bir frikikten golü atar ve kapalıya koşar. Her maçın yıldız odur, akan her damla terde onun emeği tüter. Ama on numara tevazu sahibidir gel gör ki. Kendini göstermez olduğu gibi. Her seferinde başka bir bedene bürünür ve çizdiği silüeti sevdirir bizlere. Bazen Toraman olur isyankârlığıyla. Sonra bir de bakmışsınız Beşiktaş’ın çocuğu olmak istemiş, Necip’in bedeninde can buluvermiş. Quaresma’nın ayak dışına kondurduğu öpücük Almeida’nın alnına konuverdiğinde hadiseyi gören herkes –biz de dahil- Quaresma ortaladı, Almeida attı sanarız. Oysa kazın ayağı öyle değildir. Hepimizi sevince boğan o an, sadece bir golden, meşin yuvarlağın üç direğin arasını istikamet edinmesinden ibaret değildir.

Şöyle bir bakın oynanan tüm maçlara. Bu anlatmaya çalıştığımız ruhun ortaya çıktığı tüm maçların bir ortak noktası vardır. Bu ortak nokta şudur ki, istenen atmosferin oluştuğu her maçta Beşiktaşlılık duygusu kazanma duygusunun önüne geçmiştir. Mersin İdman Yurdu kupa maçında o yağmurda az ama öz Beşiktaşlı yine flarmoni orkestrasına giderini yapmıştır. Şeref Bey’deki Antalya maçında herkes son dakika gelen galibiyet golüne sevinmeyi bırakmış, birbirine sarılıp teselli eden Hakan ve Hilbert’i alkışlamıştır. Olimpiyat Stadı’na o zorluklar içinde akın eden binlerce Beşiktaşlıyı gördükten sonra; tabelada Beşiktaş 2-1 mağlup yazsa da benim nazarımda sezonun en farklı galibiyetini almıştır. Ve daha fırından yeni çıkmış bir örnek; mabetteki son buluşma olan Eskişehir maçında yenen gole rağmen söylenmeye tüm ritmiyle devam eden beste, daha goller gelmeden Beşiktaş’a 3 puanı kazandırmıştır. Bir de tersini düşünün; fark atarız, gözü kapalı yeneriz, futbol değil çayda çıra oynarız denen her maçta karın ağrısı yaşanmış, beklentiler hayal kırıklığına dönüşmüş, gece nöbetlerle noktalanmıştır.

Devamlı tribün kovalayan ağabeylerimiz-arkadaşlarımız benden daha iyi bilirler. Onca yol ve cefa çekildikten sonra şehre mağlup dönüldüğünde “bir dahaki deplasmanda ben yokum hacı” diyenler, 15 gün sonra “oğlum kaç otobüs gidiyoruz?” diyen ilk insanlardır. Siyahın kontrastı beyaz, acınınki aşktır. Siyah bazen, hatta çoğu zaman beyaza baskın gelebilir ama acı ile aşk arasındaki tüm derbilerde kazanan –eğer göstermelik değilse- aşktır.

Tüm bunların ışığında, bu sezonun çok kötü geçtiğini düşünen herkese bir kez daha sormak isterim: Halâ her şeyin çok kötü gittiğini mi düşünüyorsunuz? Eğer öyleyse hakikaten bazı şeylerin değil, her şeyin değerinin kaybedilince anlaşıldığına inanmaya başlayanlardan olurum ben de. Şimdi kötüleyip burun kıvırdığımız birçok şeyi yokluklarında öyle bir özleyeceğiz ki, benden söylemesi. On sene belki her maç yine mi denilen İbrahim Üzülmez’i, hangimiz arada bir yâd etmiyoruz ki. Dileğim bu şekilde andığımız değerlerin çoğalmamasından ibaret. Çünkü şimdi kırık dökük yanlarından, pek konforlu olmayan koltuklarından, kolonlarındaki çatlaklarından sızlandığımız İnönü’yü de özleyeceğimiz günler gelecek. Her şeye rağmen kaleyi hafif sol çaprazdan gören bir serbest vuruşta zaman zaman Nihat’ı arayacak gözlerimiz. O çok kızdığımız Baki’yi her penaltıda olmasa da hatırlayacağız arada bir, penaltı atmadan gittin lan diye hayıflanacağız. Kaybettiğimiz canımız Optik abiyi zaman zaman acıkmamız vesilesiyle anıp yine maziye dalacağız. Ama gelecek sezon başladığında kimse geride bıraktığımız sezon kaybedilen maçlar ya da kaçan goller için ağlamayacak, ah çekmeyecek, bir sigara yakmayacak. Demem o ki tabela gidecek, ışıklar sönecek, perdeler kapanacak ve biz yine Beşiktaş’la baş başa kalacağız.

Var mısınız şimdi Beşiktaş’tan varlığından başka hiçbirşey beklemeden yeni sezon için beste karalamaya? Var mısınız Beşiktaş çıkış tünelinden çıktığında “sahaya çıktın ya, o da yeter” duygusunu hissettirmeye? Var mısınız herhangi bir kartal parçasına topu kaptırdığı zaman moral vermeye, golü kaçırdığında alkışlamaya? Hazır mısınız edilen bin tövbe de olsa binbirinci kez bozmaya? Söyleyin başka bir duygu varsa böyle kutsal. Var mısınız Beşiktaş’a her an aşık olmaya?

Hangimiz nelerden vazgeçmedi ki hayatta?
Beşiktaş hak etmiyor mu bu kadarını?
Sevdiğimiz kızın adını ah ulan ah diye söyleye söyleye az mı körkütük sarhoş olduk?
Mahallede köşebaşında sırf onun gelişini görmek için az mı sebepsiz yere volta attık?
Hastalanan bir çocuğun başında hiç mi beklemedik?
Komaya mı girmedik olmadık şeyler için?
Olmuş sabahın beş buçuğu, uykusuzluğuma hayıflanıyorsam zayıflanmaların tillahındayım demektir. Biz ki ne badirelerde serden geçmiş, neler, kimler uğruna “her şeye değer” demişiz.

Senden esirger miyiz sandın koca çınar?
Bestede de dediğimiz gibi başın öne eğilmesin sakın. Biz halimizden memnun, aşkımızdan Mecnun’uz. Varlığından daha has bir mutluluk sebebi yok, haberin olsun. Sakın bizi üzdüğünü düşünüp üzme kendini. Sen bizi en dipsiz kuyulara dahi girsek bulup çıkaransın. Sen bizi düşünme. Biz burada seni bekliyoruz ve Turgay kardeşimin teskere alışını kibarca bildirdiği mesajdaki gibi verdik dertlerin eline. Unutma, ardında milyonlarca askerin var ve sen her askerin şafağındaki doğan güneş; senden bir an olsun umudu kesenin iki cihanda gelmesin bir araya iki yakası.

Biz yaşadığımız alemi aştık, ne kadar alem varsa o kadar sözümüz var.
Vay arafta kalanların haline.
Başımıza yıkılsa da bu dünya, üstümüze üstümüze gelse de duvarlar; sayende yine verdik dertlerin eline!
 

4 Mart 2011 Cuma

#blogumadokunma !


Saçmalıklar ülkesine döndük resmen. Youtube, Fizy derken Blogger’ın da kapandığına şahit olduk. Geriye kalan günler daha fena şeylere gebe gibi… Fikir ve düşünceye vurulan engellerin boyutu artık gökdelenleri geçti. Sonra gençlerimize düşünün(!), milletimize de “Sen Türkiye’sin, Büyük Düşün (!)” gibi gazlı sloganlarla “hadi aslanım düşün ama benim izin verdiğim kadar düşün” demek ne kadar doğru değil mi? Lakin bu işin ucunda Digiturk’un haklı davası yatsa da işin boyutu Google’a müdaheleye kadar gitmekte… Velhasıl önü alınmayacak bir yayın paylaşma meselelerinden ne kadar suçlu sayılabilir Google?.. Oldu ki sayıldı fikire pranga vurmak ne kadar doğru?.. Elimizden geldiğince kınıyoruz bu durumu! #blogumadokunma !

26 Şubat 2011 Cumartesi

Sabah 4, Kafa Kazan, Başlık Yok

2009’un güneşli bir sabah köründe, Ankara-İstanbul güzergâhını izleyen ve içerisinde envai çeşit çakırkeyf mısralar dönen bir deplasman otobüsüne atlamış, şampiyonluğa gidiyoruz. Yanımda halaoğlu demeye dilimin varmadığı “abim” var. Milletin muhabbet edesi gelince illa ki eskiler anlatılmaya başlanıyor. Aramızda en eskilerden biri de o abim, ve haliyle başlıyor anlatmaya.

“Bir gün falan yerde filan maçtayız. Şöyle mevzu döndü, böyle fırtına koptu. Şöyle düştük peşlerine, böyle topukladı i.neler…”

Abi, maç kaç kaç diyorum, gelen cevap zamk gibi yapıştırıcı, hayat kadar apıştırıcı.

“O zamanlar biz sahaya bakmazdık. Maç sonu akıl edip biri tabelaya bakarsa ne alâ. Yoksa gece haberlerine yetişirsek oradan öğrenirdik maçı, öğrenemezsek ertesi gün çocuklar söylerdi okulda.”

**

Gittiği maçın skorunu dahi bilmeyen –ilgisizlikten değil, kendisini enterese etmediği için bilmeyen- taraftardan günümüz profiline ulaşmanın en efendice tanımı erozyonsa şayet, tillahını yaşadığımız günlerdeyiz. Gol atmak-ya da kaçırmak olarak iki seçeneği varsa futbolcunun, o adam on saniye sonrasının potansiyel kahramanı ya da haini olabilir. Dünyanın en dandik hukuk sisteminin, hatta hukuksuzluğun bile yaratamayacağı bu kaosu yaratanlar bizleriz.

Artık ne bilet kuyruklarında sabahlamak var, ne tahta üzerinde kıçının altına serdiğin gazete kağıdına oturmak. Cefa çekmek olmayınca tüm gayret cefanın kontrastı sefaya yönelmiş vaziyette seyrediyor ve artık bilete ne kadar para vermişse, ya da kupona kaç lira basmışsa o kadarlık hak iddia ediyor insanlar. Tabi tüm bunlara sebep biraz da Beşiktaş’ın kabuk değiştirmesi. Beklenti ve hayal kırıklığı arasında durmaksızın seyreden doğru orantı, taraftarlığın kitabına ters düşmekte.

**
Beşiktaş’ın neden bu halde olduğunu sorguluyoruz hepimiz kendi içimizde. Sebepler göreceli, değişken ve çok sayıda. Bu yüzden biraz da kafamıza nasıl eserse orayı deşiyoruz. Kimisi Schuster diyor, Schuster ne yapsın topçu oynamadıktan sonra diyen bir kesim çıkıyor ortaya bir süre sonra. Kimisi taraftar diyor, öteki sıcacık evinden tribündeki adama sallama diyor. Kimisi yönetim diyor, öteki el insaf diyor. Okuyan yeter diyor, Beşiktaşlı of ulan of diyor. Herkesin kendince haklı sebepleri var ve zikredilen her sebebin Beşiktaş’ın bu noktaya gelmesinde etkisi var fakat, bana göre herkes geçici teşhisler koyuyor. Bunca keşmekeş, sorun ve teorinin arasında ben de kendimce seçtiğim suçluyu huzurlarınıza sunuyorum: “Endüstriyel futbol”

**

Beşiktaş gerek gelenekleri ve camianın yapısı, gerekse taraftar duruşu dolayısıyla Türk sporunun direnişçi ve mütevazi kimliği olmuştur. Beşiktaş’ın zirveye yükselişi, fabrikatör bir babanın oğlunun hikayesinden ziyade, bir sokak çocuğunun, bir balıkçının ya da ayakkabı boyacısının tırnaklarıyla kazıyışıdır. Diğerleri son model arabalardan yükselen uptıs dımtıs müziklerle caka satarken, mahalleye omzunda paltosuyla yayan gelen ve o poz kesen züppelerin dahi yol vermek için durduğu ağır ağabeydir Beşiktaş. Viski, tekila, cin içmez. Aybaşlarında bi yetmişlik alıp yollanır evine ikramiye tadında, yolsuz kalmışsa da büfede tuzlu fıstıkla bira içer genelde. Yani sokakta kolay görebileceğiniz bir profildir Beşiktaş. Krosta, briçte, salonlarda işi olmaz.

**

Bu ağır abi kendinden ödün vermez hiçbir koşulda. Bizim ağır abiyi de biz böyle sevdik aslında. Yalnız bu sene ne olduysa oldu, bir yerlerden bir el değdi Beşiktaş’a. Önce omzundaki paltoya kaba dediler, sonra marka bi kazak alıp bağladılar omuzlarına. Rakı meyhane içkisi deyip kokteyle götürdüler, ocakbaşından vazgeçirip suşiye tav ettiler. Oysa o çubukları tutamayıp yeni imajını sosla zedeledi, o gece boyu açlıkla savaştı ve karnı ancak eve geldiğinde kırdığı üç yumurtayla doyabildi garibin. Ayrıca kafası da iyi değildi, çünkü viskiden bi halt anlamamıştı. Hem suşi onun için çiğ balık demekti ve balık çiğ de olsa rakıyla giderdi.

**

Bu sene gerçekleşen Guti ve Quaresma transferleri, Beşiktaş’ı vitrine çıkardı. Komşunun züppe çocuklarını geçmek zorundaymış gibi hissettirildi. İspanya bizi konuşuyor, Almanya bizden bahsediyor, her topçu bize gelmek istiyor, dolayısıyla tüm bu gariplik bizden olanın bile kimyasını değiştiriyordu. Devre arası oluşan Portekiz akımı da tüm bunların kaymağı oluyordu adeta. Bir zamanlar sadece çıkıp oynamasını beklediğimiz Beşiktaş’tan, daha maça çıkmadan kazanmasını bekliyorduk. Bize ilişkin hayaller değildi bunlar. Oysa biz üzerinde reklam olmayan formaların, hakem penaltı çaldığında faul yok diyen forvetlerin, topun kornere çıkmasını engellemek için beş metre depar atıp kendini yerlere atan kalecilerin hayalini kuruyorduk. Guti’nin attığı arapasları çok keyifliydi elbette ama milyonların sevgilisi olan bir şarkıcıda değildi bizim gözümüz, sırf görmek için yol değiştirdiğimiz komşu kızındaydı.

Tüm yapılanları kötülemek amaçlı anlatmıyorum bunları. Elbette herkes, elinden gelenin en iyisi dahilinde Beşiktaş için didiniyor, buna her konu için fikir beyan edenler de dahil. Üzülmezciler de Toramancılar da, Schusterciler de istifacılar da Beşiktaş’a ilişkin kaygılar taşıyor ve kendince doğruyu arıyor. Mesele bunların hiçbiri değil aslında, mesele Guti’nin çok daha büyük olmasına rağmen Sergen kadar keyif verememesi sahada. Almeida çok daha iyi golcü olabilir ama Pascal’ın Taffarel’e gömdüğü kafayı vuramaz. Quaresma’nın bir trivelası bize bir süreliğine bir doyum yaşatır ama Recep’in röveşatası gibi olamaz. Belki garip gelecek size ama ben, sahada maç bitsin gidelim takımı görmek ve böyle bir hüzün yaşamaktansa Fevzi’nin geripasına ıskasını veya Hakan’ın yan topa boşa çıkışını daha bir Beşiktaşvari hüzün sayarım. Bu kabuk değiştirme bizi bu kadar yozlaştıracaksa da, tüm vitamini kabuğunda dahi olsa bu Beşiktaş’ın, o kabuğu soyar, vitamine bile posta koyarım.

**

Şimdi birlik olma zamanı denilen milyon tane şimdiyi Emrah’ın Haydi Şimdi Gel şarkısındaki gibi beklesek de, eğer o şimdi gerçekten şimdiyse, toplanıp birlik olacaksak Beşiktaş çatısı altında birlik olmaya ve o çatının harcında ne olduğunu anımsamaya bakalım. Biz taraftarız, taraf olanız. Tarafımız Beşiktaş, kıblemizin güzergahına armayı asmışız diğer yönlerden ayırabilmek adına. Her fırsatta anlatılan kartalın yeniden doğuşuna bile baksak ayarın Allahını çekebiliriz kendimize. Yeter ki sahiplenelim şu takımı. “Beşiktaş büyük taştır, altında kalırsınız.” demek değil mesele, Beşiktaş’ı yerinden oynatmaya kalkanların üzerine çökmek.

**

Yarın işe nasıl giderim?
Okulda çocuklar ne der?
Sokağa nasıl çıkarım?

Böyle düşüncelere haşa kapılmayı yasaklayalım bünyelere. Beşiktaş büyük taş falan değildir, Beşiktaş dikilitaştır. Bazen sendeleyip meyletse de sağa sola, ayağa kalkacağı zamanı iyi bilir. Tam onun büyüklüğünden şüphe edenlerin ayağı tökezlemişken dikiliverir ve oturtur üzerine, şaşkınlığa zaman bırakmadan.

Beşiktaş her zaman her yerde Beşiktaş’tır. Gücü ve büyüklüğü aklın alamayacağı kadardır.
Piza Kulesi Beşiktaş’ın büyüklüğüne olan saygısından önünde eğilmiş ve doğrulamamıştır aslında.
Berlin duvarı Almanların birlik politikası ile değil, Beşiktaş’ın sağlı sollu ataklarıyla yıkılmıştır. 
Irak’taki Saddam büstünün İnönü’den yükselen bir “Kartal gol gol gol” feryadına dayanamadığı için yıkıldığı söylenir.
Ve İsrail Filistin’i, diğerlerinin satın alınmış zaferler kutladığı yavşak akşamlarda bombalamaya başlamıştır. O günden beri tanka karşı taş, savaşa karşı Beşiktaş.

Eğer bunca ütopik benzetme ardından hala Beşiktaş’a eskisi kadar bağlı iseniz prospektüse bir yan etki düşelim.

Zatürre gibidir Beşiktaş’ı sevmek, gereken özen gösterilmezse vereme çevirebilir.
Beşiktaş’ı sevmeyi kafasına koyanların ayık olma vaktidir.
Eyvallah.

19 Şubat 2011 Cumartesi

Derbi Öncesi

Kaybedilen Dinamo maçı sonrası Fenerbahçe ile yapacağımız maçın en önemli noktası takımın, taraftarın moralsiz olması. Bu durumun maç sonrası sürdürülmesi, özellikle teknik direktörümüz Schuster'in ağzından dökülen laflar cidden kaldırılacak cinsten değil. Fakat ortada gerçek var ki en azından dönüm noktası olarak gösterilecek bir hafta daha nostaljik arşivlere kaldırılmak üzere... Çünkü, Schuster'in artık bu camiada barınma ihtimali çok düşük. En azından sezon sonuna kadar ite kaka gidileceği aşikar. Kaldı ki bölünmüşlüğü örtmek amacıyla bir organizasyon yapılacağı ortada. Gönül ister ki sabredilsin...

Üç ihtimal klişe sözünü her derbi öncesi duymak rahatsız edici. Aslında Beşiktaş-Fener maçlarında kullanılması tarafımdan garipseniyor. Sebebi ezeli rekabet dönemlerinde (bu dönemin geçmişte kaldığı net ortada) rahmetli usta yazarımız Vedat Okyar'ın, Sergen ile olan diyaloglarında saklı. Vedat Okyar o zamanlar Erdem Ulus'lu BJK TV'de ki bir programda Sergen ile maç öncesi telefonda görüştüğünü söyler. "Akşam n'olur evlat?" sorusuna Sergen'in cevabı "Fenerbahçe abi yeeeaa. Ne olacak ki" der. İşte bu diyalogdur ki "üç ihtimalli" klişesinden nefret sebebimdir Fenerbahçe maçı öncesi. Durumu bu boyuta getirenlerin kendimiz olduğunu bilmek üzücü. Kaldı ki önümüzde yine bir imtihan varken, başarıya endekslenmek kadar Beşiktaş'a yakışmayan olayların gelişmesi geçmişten ders çıkarmamak bu olsa gerek dedirtiyor.

2. yarı fikstürümüzün lehimize olması aslında avantajdı. Artık bu avantajın son demlerini yaşıyoruz aşikar. Her şeyden öte olaysız cezasız bir maç olması tarafımdan tek temenni. İş sahada kendi becerilerini gösterecek oyuncularımıza kalıyor. MHK, TFF türevlerine ise şimdiden kılıf hazırlamak bize yakışmaz. Lakin olası hakem hataları Beşiktaş'ın aleyhine olursa hali hazırda gergin camianın sığınacak bir limanı olur gibi geliyor. Gönül ister ki iki takım adına da adil bir maç yönetilsin.

Teknik taktik konular Schuster'in Erhan - Ernst değişikliklerinde saklanırken, Beşiktaş'ımızın en azından derbiden galip gelmesi yahut gelmemesi pek sıkıntılı süreç getirmemesi gerekli. Üst paragrafa nazaran günah keçisi aramak yerine, daha önceki yazımda da dediğim gibi sabır baş tacı olmalı taraftar açısından. Fakat bizler her işi iyi bildiğimiz için isimlere odaklanıp koltuklara göz dikmekten iyiyi iyiden kötüyü kötüden ayırt etmiyoruz. Nostaljik sohbetlerde duyduğumuz üzüntüler sevinçler kederler bile bize ders çıkartmak adına bir nebze olsun yaramıyorsa, artık bizler futbolun endüstriyel parçalarından bir tanesi olarak görev sürdürüyoruz demektir. 

Maçlar kazanılır kaybedilir. Baki olan Beşiktaş ise, bedene indirgenemez bir ruh ise, bu taraftar özüne dönmediği sürece kaybedilen maçtan çok kazanılamayan ruh'un uçup gitmesidir insana zor gelen...

18 Şubat 2011 Cuma

Bize Düşen Görev

Bu yazı uzun bir sessizliğin ardından yazılmıştır. Bu sebeple okurken kendinizi sorgulamak için zamanınızı boşa harcamamanızı tavsiye ederim.

Hepimiz bir sevda uğruna yollara düşmüş insanlarız. Yeri gelmiş Beşiktaş için en sevdiğimiz insanın kalbini bile kırabilecek sözler söylemişiz. Yeri gelmiş evden çıkmamışız kara günde. Kimimiz inadına formayla atkıyla dolaşmış sokaklarda... Hepimizin ayrı bir tanışma faslı olmuş. Kimimiz gazete küpürlerinden öğrenmiş, kimimiz babadan kalma... Sonuçta herkes bir noktada bulmuş kendini, Beşiktaş'ta. 

Geldiğimiz durumun sorumlusunu aramak yerine asıl görevimizi unutur olduk. Para verip karşılık beklemek yakışmadığı gibi, bir insanın para verip karşılık beklemesini normal karşılayamaz olmuşuz. Bölünmeler içinde olmamız gayet normal bir durum. Çünkü bizler alışık olmadığımız senaryolar içine sokulup duruyoruz bilmem kaç senedir. Nasıl davranacağımızı kestiremez olduk kendimiz bile. Oturup düşünme fırsatı da sunmuyoruz, kendi muhasebemizi başkasına tutturuyoruz. Tatmin edilmek uğruna...

Ben Beşiktaş'lılığı sağımdan solumdan şişirilen balon sözler olarak görmedim asla. Böbürlenmedim hiç bir zaman. Gurur duydum elbette, bunları yalnızken yapabilmenin verdiği huzurla sevdim Beşiktaş'ı...

Bir gerçek var ki bizler artık bir trenin raydan çıkmış vagonlarıyız. Sağa sola sendeledikçe kendimize çarpıyoruz.

Peki bizi bu hale sokan şeyleri araştırmak yerine yine koltuğumuzda oturup, en çok küfrettiğimiz mecraya neden sarılıyoruz... Gazetelerin kıyım kıyım doğradığı kendi resmimizi izliyoruz hem de her gün!

Beşiktaş yönetimi bu yıl Beşiktaş'ı kabuğundan kopardı bu kesin. Hatta bana göre bunu bu yıl yapmadı. Beşiktaş zaten yönetim olarak kabuk değiştirmişti. Hem kongresi hem taraftarı hemde başkanıyla tamamen değişim geçirdi. Bunu biz ne kadar istedik? Bu soru cevapsız kalabilir. İyi şeyler olduğu gibi kötü şeylerde hayatın içinde.. Bize sunulan kötüler oluyor farkında olduğumuz da da birbirimize düşüyoruz. Herkes farklı sever fakat aşk'ın telaffuzu her dilde aşk olarak çıkıyorsa orada oturup düşünmek gerek. Bizler bunu isteyeni, istemeyeni ile yapmamanın zararlarını çekiyoruz. Taraftarı tarafından istenmeyen yönetimin kongrede çoğunluğu elinde bulundurması Beşiktaş'ın zaten en büyük zaafı. Futbol takımının mağlup olmasını taraftarın mağlup olması olarak algılamak ne kadar doğruysa, kongrenin bizleri yıllardır mağlup ettiğini görmezden gelmemek gerekir.

İş, yönetim ilede bitmiyorsa ne istediğimizi bilememenin cezasını çekiyoruz demektir. Yıllardır istikrarsızlığın en doruk noktasına ulaşıyoruz. Bu yıl için sürülen makyaj İstanbul'un dengesiz yağmurlarında aktığında da kendi beklentilerimizin karşılanmadığı bir ortamda sancılanmaya başlıyoruz. Bana kalırsa en büyük zaafımız kısa vadede yüksek beklentilerimizin olması. Tabii ki kullanılan sermayenin bunda payı büyük. Fakat alınan borç vadeye düzgün yayılmadıysa vereceği sıkıntıların bundan aşağı kalır yanı olmamalı...

Dönelim başa... Sezon başında yıldız kavramının öz kaynak düzeninden geldiğini bilen Beşiktaş taraftarları olarak bizler, önümüze sunulan yıldızlar ile beklenti içine sokulduk. İddialı sözleri kendimize sakız ederek bugünkü malzeme oluşumuzun zeminini hazırladık. Hiç bir zaman temkinli olamamanın vermiş olduğu o tezcanlılıkla hareket ettik. Skora endeksledik kendimizi. Evet, evet bunları biz yaptık! medya değil. Bunda ne kadar haklıydık tartışılır. Fakat su götürmez gerçeklerimizi hep görmezden geldik. İddialı girişimizin sezon arasında beklentileri karşılamaması kaos içine sürüklenen Beşiktaş'ın ilk adımıydı, farkına varamadık. Oysa Beşiktaş her sezon şampiyon oluyordu da biz bilmiyorduk! Beşiktaş'ın yeni bir oyun anlayışıyla farklılıklarla girdiği bu sezonda beklentilerimizi hep üst düzeyde tutmanın vermiş olduğu bencillikle hareket ediyoruz... Elbette futbol adına olumlu bir Beşiktaş var. Lakin gerçek şu ki; Burası Türkiye...

Sezonun ikinci yarısına da sezon başı gibi hızlı girmekle beraber bulunduğumuz konumu küçümsemek normal geldi. Oysa yakışmayan daha doğrusu başkalarını eleştirdiğimiz durumu bizler yaşıyorduk, farkına varamadık! Lige havlu attırdık, Avrupa'da hüsran oldu. Elde kalan Kupa maceramızı merakla bekler olduk. Oysa biz ne istediğimizi bilmiyorduk. Yaşanan mücadele sürecinde elde kalanlar ile elden çıkanları(ki bunlar sakatlıklar vs.) görmedik. Bu yüzden itildiğimiz senaryoda isyancı figüranlara bürünür olduk. 

Terk etmek ne kadar kolay... Şimdi dillerde Schuster istifa, Hakan tüh kaka! diyorsak, Beşiktaş zor bir sevdaysa ve biz zoru seviyorsak bazı şeylere katlanmamız gerek. Bunca zamandır Avrupa arenasında nerelere gelebildiğimizi, o uğurda ettiğimiz sözleri ve davranışları gözden geçirmek tek sevdamız uğruna yararlı bir iş demektir. Kaldı ki sabır olgusunu neye göre göstereceğimizi dahi bilmezken bizler, en ufak kıvılcımı yanardağ lavlarına dönüştürüyoruz.

Sürekli geçmişe nazaran yapılan yorumlardan artık bir fayda gelmeyeceğini, dünün bir geçmiş yarının bir gelecek olduğunu bilerek hareket etmeli... Keza geçmişden dem vurmak sadece avuntu olur.

İstikrar abideleri takımlara ne kadar imrendiğinizi düşünün. Öncelikle kendimize sabır etmeliyiz ki Beşiktaş'tan umut bekleyelim. Şimdiden lige havlu attı masallarına, kaldı ki atsak bile bunu felakete dönüştüren bizlere düşüyor iş. Kendimizle çelişmeyi bırakmakta bir fayda bu takıma...

Hiç bir şeyin eskisi gibi olmadığı, herşeyin eskisinden daha iyi olacağı Siyah-Beyaz günlere duyduğumuz özlem bizi kendimize yabancı kılıyor. Kimlik tartışmalarının had safhada olduğu memlekette işin içine kendimizi dahil ediyoruz. Beğenmediğimiz yönlerimizi başkalarından duyduğumuzda sinir harbi yapıyorsak, kendi yakışıksızlığımızı takımımızdan görmek bu kadar basit olmamalı...

Bir futbolcuyu kazanmak kaybetmekten zordur. Bunu hepimiz algılamalıyız. Benimde beğenmediğim adamlar var. Lakin saçma sapan atıp tutmakla, ıslıklamakla olmuyor bu işler. Baskı kurma kavramından uzaklaşıp, kendi takımımızı abluka altına alıyoruz.

Geç olmadan kendimizi sorgulamak en doğrusu.. En azından gelecek sezon adına alacağımız kombineden önce yapmamız gereken ilk iş bu olmalı...