Sonrası hepimiz için bir dinlenme, Beşiktaş için bir yenilenme süreci idi. Tatilde tatil maçı oynanır diyerek karşımıza gelen Vikingur, ve deplasmandaki ilk maçta bize akıllı ol diyen ama mabette eli kolu bağlanan Plzen karşısındaki rahat galibiyetler. Ardından Helsinki maçı, fiziki mücadeleden başka hiçbir dayanağı olmayan bir takımın Quaresma'lı, Guti'li bir takım karşısında var olma savaşı... Arada bir de deplasmanımız var, Buca'dan alınan üç puanla noktalanan.
Kazanılan maçların ortak noktası, tıpkı bilgisayar oyunu gibi olmaları idi. Hani oyunu ilk defa oynayacaklar ille de ''Beginner'' seviyesinde oynar ya, bizim için hasıl olan durum da Prag'daki Plzen maçının ilk devresi haricinde ''Beginner'' dahi olsa kazanıyor oluşumuzdu. Aslında o maçta kulağımıza çalınan alarmı belki bir de bizim buraların aksanıyla duymak istedi hoca, kimbilir. İstanbul Büyükşehir gibi ''taklacı'' bir takıma orta sahayı teslim ederek 3 puanı feda ettik. Tek teselli bu kaybın telafi edilebilir, bu mağlubiyetin de ders çıkarılabilir olması.
**
Şu meşhur Üründülvari ''bloklararası'' tabirinin Schuster ile yakalamaya çalıştığı yeni formasyon bizim kapalının direklerarası'nı pek memnun etmedi kuşkusuz, en azından skor tabelasına yansıyan hali hiçbir Beşiktaşlıyı mutlu etmedi. Hoca için tam anlamıyla bir deneme maçı olduğunu düşünüyorum gönderileceklerin netlik kazanacağı şu sıralar. Lâkin keşke gönderilecekler listesinin başına kendi elimizle bir üç puan yazmasaydık.
Dizilişe baktığımızda ise 'Orta sahasızlaştırılmış' Beşiktaş haricinde biz ''Beşiktaş müdavimlerinin'' gördüğü başka bariz sırıtmalar olduğu da açıktı. Erhan Güven'in sağbekte soyadının hakkını veremeyerek Rıdvan'ı aratması, ya da özellikle hava toplarında ve ileride top tutmaktaki etkinliği az olan Holosko'yu direk santrafor olarak başlatması bunlara örnek verilebilir. Tabi hocamız daha bizim kadar Beşiktaş müdavimi değildir,sebebi vardır kendince. Tek ön liberolu sisteme verilebilecek en güzel cevap, hocamızın da üyesi olduğu Barca'nın müthiş Xavi-Inıesta orta sahasına Adriano takviyesi yaparak orta sahaya verdiği ehemmiyettir. Zira bu orta saha sürekli ileri-geri yaparak defansın da oyuna katılma adına santraya kadar çıkma gereksinimini engellemekte, keza istenildiği zaman da rakip ceza sahasına kadar gidebilecek koridorlar açmaktadır.
Orta saha dizilişindeki bu infiali, oranın demirbaşı olan Ernst'in yanına iki yönlü Necip-Guti ikilisini koyarak bertaraf edebileceğimizi düşünenlerdenim. Dilerim en kısa zamanda Mustafa Hoca'nın Ümraniye'de unutmuş olduğunu umduğum birkaç tavşan hocanın beynini işgal ederek Necip merkezli bir orta saha fikrini empoze eder kendisine. Zira tek başına bir anlamı kalmayan ''ofansif orta saha'' ve ''ön libero'' tabirlerinin en bilindik harmanıdır Necip. Guti zaten Haz.'dır, izlemek de keza öyle. Laf söyleyen çarpılır, kül olur. Külleri Meriç nehrine karışır gider mazallah.
**
Defans da alışık olmadığımız kadar maceraperestti dün. Oysa hata yapabilecek en son blok olması ve kaleyi korumasıdır defansı hassaslaştıran, önemlileştiren. Yoksa amacı gol atmak olan bir oyunda neden 3-4 kişi geriye çakılıp kalsın ki? Bizimkilerin de hurra gidişinin sebebi mahalle maçlarındakine benzer bir can sıkıntısı olmasa gerek. Bunun böyle olmadığı, Belediye'nin attığı uzun toplarda yakalandığı her ofsaytta izlediğimiz pozisyon tekrarlarında bir kez daha görülen üzere defansın kaleye en yakınının santra çizgisinden biraz geride oluşuyla belgelendi. Cenk de bu yüzden bir kaleciden çok eskilerin tabiriyle ''sarkık libero'' idi bu maçta. Bir ara santra çizgisine kurulmuş hayali bir kale hissettim, ya da ileri teknolojiye sahip tv ekranlarında sahayı ortadan ikiye bölen bir çizgi. Belediye yarıalanında Beşiktaşlılar ve Belediye'nin her şartta Beşiktaş'tan kalabalık orta alanı, Beşiktaş yarıalanında ise Belediye'nin arkaya sızan forvetleri, inler ve cinler, bir de Cenk vardı top koşturan. Belediye final paslarını biraz dikkatli ayarlayabilse ya da Guti gibi usta bir pasör 45 dakikalığına takım değiştirse çok başka olabilirdi mesele.
Defansta Ersan ve Üzülmez kaptan çok iyiydiler. Ferrari'den alacağınız verim ise direk onu oynatacağınız yerle ilgili. Yıllar yılı yaslanmaya alışmış İtalyan savunmalarının piri olmuş savunma elemanını kaleden o kadar uzakta oynatırsak Ferrari'ye yöneltilen ''ağır'' sıfatı ağır ithamdır. Hocamız takımın oyunu kısa mesafede oynamasını istiyorsa -ki bu her halinden belli- bu mesafeyi takım oyunun her anında ve her hattıyla sabit tutmalıdır. Top rakipteyken forvet hattından başlayarak bir geri dönüş, defansın yaslanmasına izin verir, atağa kalkarken de defans orta saha ve hücumu iteklerse, hocanın kafasındaki bağlantı daha kusursuz ve sancısız gerçekleşmiş olur.
**
Bugüne kadar benden belki çok teknik taktik okumadınız. Hatta buraya kadar okuyanlar sayfayı yukarı çekip isme bir daha bakabilirler. Teknik-taktik konusundaki ustalıklarıyla nam salan Mustafa Demirtaş ağabeyime saygılar, asker ocağındaki sayın Gökulu'ya Mati'nin gidişi hatrına selamlar ileterekten kendi kanalıma geçmenin vaktidir sanırım.
Maçı yazarken golü anlatmak, veya gole dikkat etmek, etüt etmek kolaydır kanımca. Belki de bu yüzden maça elele gelen, birbirlerini sevdikleri bakışlarından anlaşılan bir çiftin gol anındaki müşterek mutlulukları da en az gol kadar enterese eder beni. Futbolun hep bir romantizm tarafı olduğunu düşünürüm ki, Murat Şahin'i gönlümde bir ''Kurşun asker'' seviyesine ulaştıran Antalya maçı buna örnektir. Ya da Beşiktaş tribünlerinin, dünya üzerinde taraftarım diyen ne kadar insanoğlu varsa ders verdiği o ''Aldırma Kartal'' lı Sivas maçı, en baba aşk hikayesinden daha bir nemlendirir gözlerimi. Leyla 8 yese Mecnun bakmazdı yüzüne, hangi aşk var ola ki Beşiktaş'ın üstüne?
Biz Beşiktaşlılar dramın en ciğerden şırınga edildiği, doluluğun gözlerine en çok yakıştığı tayfayız. Aslında bu yüzdendir her bir haltın hafsalada derin izler bırakması. Bu yüzdendir ki Valeranga maçının ardından tesislerde Şifo'ya ''Ben şimdi oğluma ne derim kaptan?'' diyen baba hepimizin babasıdır. Beşiktaş'tan ayrılırken gözyaşları ciğerimize miy çeken ve ''Bir gün geri döneceğim'' diyerek hasret telimizin titreşimini her daim taze tutan Nihat da keza, hepimizin evladıdır.
Nihat'ın istediği çok şey yapmak, herkesten daha fazla faydalı olmaktır aslında belki. Bu yüzdendir maç 0-1 iken yarım kornerlik bir frikiği karşı şandele direk nişan alıp hedefi tutturamayışı. Bu yüzdendir üzerindeki baskı ve bazılarına göre kendini ispat çabası. Sorarım, evladı bulunduğunuz aileye birşeyler ispat etmek için çabalar mısınız? Ya da bir şekilde hata yaptığınızda ıslıklarla kapı dışına mı alınırsınız?
Bu kısımdan dolayı çok tepki çekeceğimi bilsem de Nihat, efsane başkan Seba'ya 84 yıllık hayatının en mutlu gününü geri dönüşüyle yaşatan evlattır. Bunu da ben değil, bizzat başkan söyler. Bu yüzden nasıl ki Valeranga maçında tesisleri sallayan, yüreğimizi dağlayan baba hepimizin babası ve Nihat hepimizin evladı ise, kim olduklarını bilmeksizin söylüyorum ki Nihat'ı ıslıklayanlar hasmım, Beşiktaş'ın çocuğu diyenler abim, kardeşim, dostumdur. Ha senin düşmanlığın ya da kardeşliğin nemize diyenlere de saygım var. Zaten mesele ben değilim, Beşiktaş.
**
Uzun boylu bir golcü, veya orta yapan bir sağbek. Ya da Robinho gibi bir kenar forvet. Eyvallah, hepsi lazımdır. Fakat en başta lazım olan sabır, sükut ve tahammüldür. Beklentimizi değil, aşkımızı büyütebilirsek, Beşiktaş yenildiği vakit yeniden hastalandığı için kızsak da gece yine çocuğunun başında bekleyen anne gibi sarabilirsek Beşiktaş'ı, o zaman Dublin'e yol alacak uçağın kaptan pilotluğunu biz yaparız, ki yakışan budur. Kaldı ki gidemedik, şampiyon da olamadık, ıslıklanacaksa da kamera ışıkları üstümüzden çekildiğinde yapılır. Kol kırılır, yen içinde kalır. Nihat da giderse bize ne kalır?
**
Beşiktaş'ın hasreti uzun etmesinden olsa gerek, biz de kelamı uzun ettik. Saygıda kusurumuz, hatamız, beyhude gevezeliğimiz olmuş ise affola. Son mesaj beni ağlatan bir yazıya atfım olsun. Helsinki maçından sonra burada yazılan ''Yarım ekmek, Süreyya ve ben'' hikayesi, ve yazarı henüz 20 yaşında bir kardeşim. Henüz hiç görmediğim, karşılıklı bir çay içmediğim, konuşmadığım, paslaşmadığım, ama ''kardeşim.''
Geçen hafta benim gibi odunu bile ağlatan o yazını sana yazdıran enstantanelerin tribünümüzde çoğalması dileğiyle. Adını ve yazının ismini kullanmak için izin mesajı attım sana ama ulaşmadı cevabın, ben de bu yazmak için çırpınan kalemi daha fazla oyalayamadım kardeşim. Umarım hoş görürsün.
Şimdi bu yazıya ne isim versem diye düşünürken, umarım bu söylediklerim çıkar da yazının adını Beşiktaş koyar diyorum. Haklı çıkmak veya kendi adıma bir kahramanlık değil amacım, ama dilerim bu satırlar okuyanın gönlünde birer isimsiz kahraman olsun, adını da tüm dileklerimizi gerçek kılmaya kâdir olan Beşiktaş koysun.
Bir umudum sende anlıyor musun?
NOT: Tekrar biz olmak için ezberlediğimiz bestelerin sözlerini bir kez daha gözden geçirmek yeterli olacaktır. Sırf şu beste, ya da Gündoğdu, ne farkeder?
Tek ezgimiz Beşiktaş.
Eyvallah...