26 Şubat 2011 Cumartesi

Sabah 4, Kafa Kazan, Başlık Yok

2009’un güneşli bir sabah köründe, Ankara-İstanbul güzergâhını izleyen ve içerisinde envai çeşit çakırkeyf mısralar dönen bir deplasman otobüsüne atlamış, şampiyonluğa gidiyoruz. Yanımda halaoğlu demeye dilimin varmadığı “abim” var. Milletin muhabbet edesi gelince illa ki eskiler anlatılmaya başlanıyor. Aramızda en eskilerden biri de o abim, ve haliyle başlıyor anlatmaya.

“Bir gün falan yerde filan maçtayız. Şöyle mevzu döndü, böyle fırtına koptu. Şöyle düştük peşlerine, böyle topukladı i.neler…”

Abi, maç kaç kaç diyorum, gelen cevap zamk gibi yapıştırıcı, hayat kadar apıştırıcı.

“O zamanlar biz sahaya bakmazdık. Maç sonu akıl edip biri tabelaya bakarsa ne alâ. Yoksa gece haberlerine yetişirsek oradan öğrenirdik maçı, öğrenemezsek ertesi gün çocuklar söylerdi okulda.”

**

Gittiği maçın skorunu dahi bilmeyen –ilgisizlikten değil, kendisini enterese etmediği için bilmeyen- taraftardan günümüz profiline ulaşmanın en efendice tanımı erozyonsa şayet, tillahını yaşadığımız günlerdeyiz. Gol atmak-ya da kaçırmak olarak iki seçeneği varsa futbolcunun, o adam on saniye sonrasının potansiyel kahramanı ya da haini olabilir. Dünyanın en dandik hukuk sisteminin, hatta hukuksuzluğun bile yaratamayacağı bu kaosu yaratanlar bizleriz.

Artık ne bilet kuyruklarında sabahlamak var, ne tahta üzerinde kıçının altına serdiğin gazete kağıdına oturmak. Cefa çekmek olmayınca tüm gayret cefanın kontrastı sefaya yönelmiş vaziyette seyrediyor ve artık bilete ne kadar para vermişse, ya da kupona kaç lira basmışsa o kadarlık hak iddia ediyor insanlar. Tabi tüm bunlara sebep biraz da Beşiktaş’ın kabuk değiştirmesi. Beklenti ve hayal kırıklığı arasında durmaksızın seyreden doğru orantı, taraftarlığın kitabına ters düşmekte.

**
Beşiktaş’ın neden bu halde olduğunu sorguluyoruz hepimiz kendi içimizde. Sebepler göreceli, değişken ve çok sayıda. Bu yüzden biraz da kafamıza nasıl eserse orayı deşiyoruz. Kimisi Schuster diyor, Schuster ne yapsın topçu oynamadıktan sonra diyen bir kesim çıkıyor ortaya bir süre sonra. Kimisi taraftar diyor, öteki sıcacık evinden tribündeki adama sallama diyor. Kimisi yönetim diyor, öteki el insaf diyor. Okuyan yeter diyor, Beşiktaşlı of ulan of diyor. Herkesin kendince haklı sebepleri var ve zikredilen her sebebin Beşiktaş’ın bu noktaya gelmesinde etkisi var fakat, bana göre herkes geçici teşhisler koyuyor. Bunca keşmekeş, sorun ve teorinin arasında ben de kendimce seçtiğim suçluyu huzurlarınıza sunuyorum: “Endüstriyel futbol”

**

Beşiktaş gerek gelenekleri ve camianın yapısı, gerekse taraftar duruşu dolayısıyla Türk sporunun direnişçi ve mütevazi kimliği olmuştur. Beşiktaş’ın zirveye yükselişi, fabrikatör bir babanın oğlunun hikayesinden ziyade, bir sokak çocuğunun, bir balıkçının ya da ayakkabı boyacısının tırnaklarıyla kazıyışıdır. Diğerleri son model arabalardan yükselen uptıs dımtıs müziklerle caka satarken, mahalleye omzunda paltosuyla yayan gelen ve o poz kesen züppelerin dahi yol vermek için durduğu ağır ağabeydir Beşiktaş. Viski, tekila, cin içmez. Aybaşlarında bi yetmişlik alıp yollanır evine ikramiye tadında, yolsuz kalmışsa da büfede tuzlu fıstıkla bira içer genelde. Yani sokakta kolay görebileceğiniz bir profildir Beşiktaş. Krosta, briçte, salonlarda işi olmaz.

**

Bu ağır abi kendinden ödün vermez hiçbir koşulda. Bizim ağır abiyi de biz böyle sevdik aslında. Yalnız bu sene ne olduysa oldu, bir yerlerden bir el değdi Beşiktaş’a. Önce omzundaki paltoya kaba dediler, sonra marka bi kazak alıp bağladılar omuzlarına. Rakı meyhane içkisi deyip kokteyle götürdüler, ocakbaşından vazgeçirip suşiye tav ettiler. Oysa o çubukları tutamayıp yeni imajını sosla zedeledi, o gece boyu açlıkla savaştı ve karnı ancak eve geldiğinde kırdığı üç yumurtayla doyabildi garibin. Ayrıca kafası da iyi değildi, çünkü viskiden bi halt anlamamıştı. Hem suşi onun için çiğ balık demekti ve balık çiğ de olsa rakıyla giderdi.

**

Bu sene gerçekleşen Guti ve Quaresma transferleri, Beşiktaş’ı vitrine çıkardı. Komşunun züppe çocuklarını geçmek zorundaymış gibi hissettirildi. İspanya bizi konuşuyor, Almanya bizden bahsediyor, her topçu bize gelmek istiyor, dolayısıyla tüm bu gariplik bizden olanın bile kimyasını değiştiriyordu. Devre arası oluşan Portekiz akımı da tüm bunların kaymağı oluyordu adeta. Bir zamanlar sadece çıkıp oynamasını beklediğimiz Beşiktaş’tan, daha maça çıkmadan kazanmasını bekliyorduk. Bize ilişkin hayaller değildi bunlar. Oysa biz üzerinde reklam olmayan formaların, hakem penaltı çaldığında faul yok diyen forvetlerin, topun kornere çıkmasını engellemek için beş metre depar atıp kendini yerlere atan kalecilerin hayalini kuruyorduk. Guti’nin attığı arapasları çok keyifliydi elbette ama milyonların sevgilisi olan bir şarkıcıda değildi bizim gözümüz, sırf görmek için yol değiştirdiğimiz komşu kızındaydı.

Tüm yapılanları kötülemek amaçlı anlatmıyorum bunları. Elbette herkes, elinden gelenin en iyisi dahilinde Beşiktaş için didiniyor, buna her konu için fikir beyan edenler de dahil. Üzülmezciler de Toramancılar da, Schusterciler de istifacılar da Beşiktaş’a ilişkin kaygılar taşıyor ve kendince doğruyu arıyor. Mesele bunların hiçbiri değil aslında, mesele Guti’nin çok daha büyük olmasına rağmen Sergen kadar keyif verememesi sahada. Almeida çok daha iyi golcü olabilir ama Pascal’ın Taffarel’e gömdüğü kafayı vuramaz. Quaresma’nın bir trivelası bize bir süreliğine bir doyum yaşatır ama Recep’in röveşatası gibi olamaz. Belki garip gelecek size ama ben, sahada maç bitsin gidelim takımı görmek ve böyle bir hüzün yaşamaktansa Fevzi’nin geripasına ıskasını veya Hakan’ın yan topa boşa çıkışını daha bir Beşiktaşvari hüzün sayarım. Bu kabuk değiştirme bizi bu kadar yozlaştıracaksa da, tüm vitamini kabuğunda dahi olsa bu Beşiktaş’ın, o kabuğu soyar, vitamine bile posta koyarım.

**

Şimdi birlik olma zamanı denilen milyon tane şimdiyi Emrah’ın Haydi Şimdi Gel şarkısındaki gibi beklesek de, eğer o şimdi gerçekten şimdiyse, toplanıp birlik olacaksak Beşiktaş çatısı altında birlik olmaya ve o çatının harcında ne olduğunu anımsamaya bakalım. Biz taraftarız, taraf olanız. Tarafımız Beşiktaş, kıblemizin güzergahına armayı asmışız diğer yönlerden ayırabilmek adına. Her fırsatta anlatılan kartalın yeniden doğuşuna bile baksak ayarın Allahını çekebiliriz kendimize. Yeter ki sahiplenelim şu takımı. “Beşiktaş büyük taştır, altında kalırsınız.” demek değil mesele, Beşiktaş’ı yerinden oynatmaya kalkanların üzerine çökmek.

**

Yarın işe nasıl giderim?
Okulda çocuklar ne der?
Sokağa nasıl çıkarım?

Böyle düşüncelere haşa kapılmayı yasaklayalım bünyelere. Beşiktaş büyük taş falan değildir, Beşiktaş dikilitaştır. Bazen sendeleyip meyletse de sağa sola, ayağa kalkacağı zamanı iyi bilir. Tam onun büyüklüğünden şüphe edenlerin ayağı tökezlemişken dikiliverir ve oturtur üzerine, şaşkınlığa zaman bırakmadan.

Beşiktaş her zaman her yerde Beşiktaş’tır. Gücü ve büyüklüğü aklın alamayacağı kadardır.
Piza Kulesi Beşiktaş’ın büyüklüğüne olan saygısından önünde eğilmiş ve doğrulamamıştır aslında.
Berlin duvarı Almanların birlik politikası ile değil, Beşiktaş’ın sağlı sollu ataklarıyla yıkılmıştır. 
Irak’taki Saddam büstünün İnönü’den yükselen bir “Kartal gol gol gol” feryadına dayanamadığı için yıkıldığı söylenir.
Ve İsrail Filistin’i, diğerlerinin satın alınmış zaferler kutladığı yavşak akşamlarda bombalamaya başlamıştır. O günden beri tanka karşı taş, savaşa karşı Beşiktaş.

Eğer bunca ütopik benzetme ardından hala Beşiktaş’a eskisi kadar bağlı iseniz prospektüse bir yan etki düşelim.

Zatürre gibidir Beşiktaş’ı sevmek, gereken özen gösterilmezse vereme çevirebilir.
Beşiktaş’ı sevmeyi kafasına koyanların ayık olma vaktidir.
Eyvallah.