''Beşiktaşlı skor tabelasıyla ilgili değildir.'' sözünün ne kadar gerçek olduğunu, ya da ne kadar değişime uğradığını tartışıp durduk buralarda sene boyunca. Bizim bu değişimin bir parçası olup olamadığımız, olabilmiş isek Beşiktaş çarkına ne derece uygun birer dişli olduğumuz konuşulur, tartışılır. Biz kendi içimizde bunun özeleştirisini de yaparız. Kimse merak etmesin, iğneyi de çuvaldızı da kendimize batırırız. Beşiktaş ise mevzu; akacak kana, acıyacak cana dur demeyiz evelallah.
Sondan başa doğru sararsak filmi; Beşiktaşlının tabelayla ilgilenmediğinin ispatını sezon sonundaki büyük mücadelesiyle yaptığını söyleyebiliriz. Önce federasyon binasına yürüyüş ve serzeniş, ardından Sivas maçı öncesi Eyjafjallajokullaşmalar... Oysa durup dururken bir kağıt parçası bile yanıp tutuşmaz. Yaktık, eyvallah. Ama işi bu noktaya getiren sebepleri de irdelemek gerekmez mi?
Beşiktaş'ın yıllar yılı verdiği şerefli mücadelelere her zaman gururla ve şerefle, alnımız açık, başımız dik bakan biz Beşiktaşlılar kimi zaman bu düzenin içinde nasıl ve neden yer aldığımızı düşünür dururuz. Bu 'kimi zaman' süreci son zamanlarda 'çoğu zaman'a dönüştü. Sanki aksiyon filmlerinde gördüğümüz, yüzünü ancak film sonunda gösteren siyah eldivenli kötü adamlar vardır ya, işte onların o siyah eldivenlerinin içine saklanmış ve saklanmaktaki başarısını aklanmakta gösterememiş eller dokunuyor bizim çocukluğumuzdaki her mahalle arasında buram buram kokan saf, temiz ve bir o kadar güzel oyunumuz futbola.
Velhasıl Beşiktaş'ın siyahı, o kara eldiveni temsil etmemiştir hiçbir zaman, çok şükür. Hal böyle olunca Beşiktaşlı, bu bahsettiğim gerilim filmini izleyen tarafta olmuştur yıllar yılı. Kendi üzerine gelindiği ve kendi emeği çalındığı vakitlerde dahi uymamıştır o kötü adamlara. Kendi yoluna bakıp filmin sonunda kahraman olmayı seçmiştir hep. Film hüzünlü de bitse, mutlu da, her daim kahraman olmayı başarmıştır aslında. Hatta Beşiktaş'ın, Beşiktaşlının bu sağlam duruşu öylesine batıyordur ki yolsuzluk gemisinin kaptan ve mürettebatlarına, Beşiktaşlıdan çıkan en ufak bir sesi, itirazı, karşı çıkışı 'çözünme' gibi görüp ellerini ovuşturmak suretiyle sevinenler muhakkak vardır aralarında.
Özellikle meşaleli kutlamanın neyin kutlaması, neyin sevinci olduğunu sorgulayan herkese cevap da budur aslında. Kötü adamlara ve onların kötü niyetli figüranlarına ellerini ovuşturma fırsatını vermemekten geçer bu safları sıklaştırmanın yolu. Beşiktaş taraftarının gücünü bilenler, sırf bu sebepten belki, Beşiktaş taraftarını yıllar yılı muhalefet, serseri, hırçın, en yumuşak tabirle ise yaramaz çocuk göstermeye çalışmışlardır. Beşiktaş taraftarının bu görüntüsünün, bu öfkesinin altında yatan sebep ise 'zorunluluk', böyle olmak zorundalıktır. Beşiktaşlının elini kolunu bağlayıp zaptetmeye çalışanlar, Beşiktaşlı kafa atınca aleyhimize çığırtkanlık yapanlardan başkası değildir.
İnönü'deki Trabzon ve ardından Kadıköy faciaları, bir başka deyişle 'büyük maçlarda yapılan küçük operasyonlar' mikroskopla baktığımızda sadece iki maç gibi gözükebilir. Bir takım iki maçla biçildi diye şampiyonluğu kaybeder mi derseniz, şampiyonluk bu ülkede, emir verenlerin sözünden çıkmayan etten kemikten düdüklerin, bildiğimiz metal obje formatındaki düdüklere üflediği bir nefesle belirlenebilen bir hadisedir. Nitekim metal olan düdük bile üfleyince çalmakta, hiç olmazsa vazifesini yapmaktadır. Onun için realizmde bir küçümseme sıfatı ya da bir makarna çeşidi, veya bir yemeğin piştiğinin habercisi olarak tencereye entegre ettiğimiz 'düdük' sahnesi futbol olduğunda, onu 'üfleyenlerden' daha şerefli olabilmektedir.
Bu yüzdendir bu oyunda Beşiktaş neden ve niçin var deyişimiz, ve bu yüzdendir sorgulayışımız. Çekip gitme isteği ve düşüncesinden ziyade biz biliriz ki gidersek, meydan çakallara kalacaktır iyiden iyiye. Burada ne işimiz var serzenişimiz Beşiktaş'ı içinde bulunduğu ortam veya yarışa yakıştıramadığımızdan değil, bu düzeni Beşiktaş'ın temizliğinin yanında fazla 'çamur' bulduğumuzdandır. Bu çamur banyosunda kendisine yer edinmek isteyenlere ise ne hikmetse bir batıp çıkmayı yeterli görmemişler olsa gerek, tüm benlikleriyle batmak için içlerine girecekleri yuvaları 'kazıyarak' teslim edilmiştir.
''Burayı seversen, burası, dünyanın en güzel yeridir.'' repliğinden çıkarsak yola, dünyanın en güzel şehri İstanbul'u önce Dolmabahçe, sonra Kadıköy'de ardarda iki haftanın iki bağımsız doksan dakikasında yaşanmaz kılan düzen elbet ki İstanbul'un güzelliğine teslim olacak ve İstanbul, kendisi kadar güzel insanların haramilerin saltanatını yıkan ayak seslerini duyacaktır bir gün, yeniden. O zamana kadar içimizi cızlatan o meşhur ''Ah İstanbul'' şarkısının ''söverim gelmişine geçmişine, ayıpsa ayıp'' kısmını bu başkalaşmış ve yaşanmazlaşmış İstanbul'u bu hale getiren 'baronlara' ithaf etmek kuvvetle mümkün ve yapılası harekettir. 'Geberiyorum aşkından' kısmı ise bizi anlatır. Zira ne zaman meşale yaksak ya hasetten geberen başkaları, ya da biber gazı yahut dumandan neredeyse o noktaya gelen bizler çıkar ortaya. Güzel Beşiktaşımızdır alayına kadir olan, ve biz ona deriz ki aslında; ''Meşalenin dumanına sarsam, saklasam seni...''
Beni ilgilendirmeyen şampiyonluk yarışlarını sıkıcı aşk filmleri tonunda izlemişimdir hep. İçinde benim yaşadığım bir aşk olmayan o filmlerin bir an önce bitmesini ne kadar istiyorsam aynısını şimdi bu 'lig' tiyatrosu için istiyorum. Kimin şampiyon olacağına kafa yormak yerine tribünlerdeki Beşiktaş korosunun şampiyon olanla ilgili temennilerine aynen katılıyor, aldıkları fiyatlandırılmış kupaları marketlerde sergilemelerini tavsiye ediyorum. Biz Beşiktaşlılara ise 'transfer market'e doğru yol almak kalıyor. Hocamıza son maçta tatlı sert verdiğimiz -canın sağolsun ama seneye korkak oynatma- ayarını gerçek kılacak hassas ayarcı bakmaya gidiyoruz biz.
Diğerlerine tek sözümüz; Eyjafjallajokullaştıramadıklarımızdan mısınız?
Ve bekle bizi İstanbul, seneye sendeyiz yine. Seni yeniden yaşanılası kılmak için belki de.
Eyvallah
Sondan başa doğru sararsak filmi; Beşiktaşlının tabelayla ilgilenmediğinin ispatını sezon sonundaki büyük mücadelesiyle yaptığını söyleyebiliriz. Önce federasyon binasına yürüyüş ve serzeniş, ardından Sivas maçı öncesi Eyjafjallajokullaşmalar... Oysa durup dururken bir kağıt parçası bile yanıp tutuşmaz. Yaktık, eyvallah. Ama işi bu noktaya getiren sebepleri de irdelemek gerekmez mi?
Beşiktaş'ın yıllar yılı verdiği şerefli mücadelelere her zaman gururla ve şerefle, alnımız açık, başımız dik bakan biz Beşiktaşlılar kimi zaman bu düzenin içinde nasıl ve neden yer aldığımızı düşünür dururuz. Bu 'kimi zaman' süreci son zamanlarda 'çoğu zaman'a dönüştü. Sanki aksiyon filmlerinde gördüğümüz, yüzünü ancak film sonunda gösteren siyah eldivenli kötü adamlar vardır ya, işte onların o siyah eldivenlerinin içine saklanmış ve saklanmaktaki başarısını aklanmakta gösterememiş eller dokunuyor bizim çocukluğumuzdaki her mahalle arasında buram buram kokan saf, temiz ve bir o kadar güzel oyunumuz futbola.
Velhasıl Beşiktaş'ın siyahı, o kara eldiveni temsil etmemiştir hiçbir zaman, çok şükür. Hal böyle olunca Beşiktaşlı, bu bahsettiğim gerilim filmini izleyen tarafta olmuştur yıllar yılı. Kendi üzerine gelindiği ve kendi emeği çalındığı vakitlerde dahi uymamıştır o kötü adamlara. Kendi yoluna bakıp filmin sonunda kahraman olmayı seçmiştir hep. Film hüzünlü de bitse, mutlu da, her daim kahraman olmayı başarmıştır aslında. Hatta Beşiktaş'ın, Beşiktaşlının bu sağlam duruşu öylesine batıyordur ki yolsuzluk gemisinin kaptan ve mürettebatlarına, Beşiktaşlıdan çıkan en ufak bir sesi, itirazı, karşı çıkışı 'çözünme' gibi görüp ellerini ovuşturmak suretiyle sevinenler muhakkak vardır aralarında.
Özellikle meşaleli kutlamanın neyin kutlaması, neyin sevinci olduğunu sorgulayan herkese cevap da budur aslında. Kötü adamlara ve onların kötü niyetli figüranlarına ellerini ovuşturma fırsatını vermemekten geçer bu safları sıklaştırmanın yolu. Beşiktaş taraftarının gücünü bilenler, sırf bu sebepten belki, Beşiktaş taraftarını yıllar yılı muhalefet, serseri, hırçın, en yumuşak tabirle ise yaramaz çocuk göstermeye çalışmışlardır. Beşiktaş taraftarının bu görüntüsünün, bu öfkesinin altında yatan sebep ise 'zorunluluk', böyle olmak zorundalıktır. Beşiktaşlının elini kolunu bağlayıp zaptetmeye çalışanlar, Beşiktaşlı kafa atınca aleyhimize çığırtkanlık yapanlardan başkası değildir.
İnönü'deki Trabzon ve ardından Kadıköy faciaları, bir başka deyişle 'büyük maçlarda yapılan küçük operasyonlar' mikroskopla baktığımızda sadece iki maç gibi gözükebilir. Bir takım iki maçla biçildi diye şampiyonluğu kaybeder mi derseniz, şampiyonluk bu ülkede, emir verenlerin sözünden çıkmayan etten kemikten düdüklerin, bildiğimiz metal obje formatındaki düdüklere üflediği bir nefesle belirlenebilen bir hadisedir. Nitekim metal olan düdük bile üfleyince çalmakta, hiç olmazsa vazifesini yapmaktadır. Onun için realizmde bir küçümseme sıfatı ya da bir makarna çeşidi, veya bir yemeğin piştiğinin habercisi olarak tencereye entegre ettiğimiz 'düdük' sahnesi futbol olduğunda, onu 'üfleyenlerden' daha şerefli olabilmektedir.
Bu yüzdendir bu oyunda Beşiktaş neden ve niçin var deyişimiz, ve bu yüzdendir sorgulayışımız. Çekip gitme isteği ve düşüncesinden ziyade biz biliriz ki gidersek, meydan çakallara kalacaktır iyiden iyiye. Burada ne işimiz var serzenişimiz Beşiktaş'ı içinde bulunduğu ortam veya yarışa yakıştıramadığımızdan değil, bu düzeni Beşiktaş'ın temizliğinin yanında fazla 'çamur' bulduğumuzdandır. Bu çamur banyosunda kendisine yer edinmek isteyenlere ise ne hikmetse bir batıp çıkmayı yeterli görmemişler olsa gerek, tüm benlikleriyle batmak için içlerine girecekleri yuvaları 'kazıyarak' teslim edilmiştir.
''Burayı seversen, burası, dünyanın en güzel yeridir.'' repliğinden çıkarsak yola, dünyanın en güzel şehri İstanbul'u önce Dolmabahçe, sonra Kadıköy'de ardarda iki haftanın iki bağımsız doksan dakikasında yaşanmaz kılan düzen elbet ki İstanbul'un güzelliğine teslim olacak ve İstanbul, kendisi kadar güzel insanların haramilerin saltanatını yıkan ayak seslerini duyacaktır bir gün, yeniden. O zamana kadar içimizi cızlatan o meşhur ''Ah İstanbul'' şarkısının ''söverim gelmişine geçmişine, ayıpsa ayıp'' kısmını bu başkalaşmış ve yaşanmazlaşmış İstanbul'u bu hale getiren 'baronlara' ithaf etmek kuvvetle mümkün ve yapılası harekettir. 'Geberiyorum aşkından' kısmı ise bizi anlatır. Zira ne zaman meşale yaksak ya hasetten geberen başkaları, ya da biber gazı yahut dumandan neredeyse o noktaya gelen bizler çıkar ortaya. Güzel Beşiktaşımızdır alayına kadir olan, ve biz ona deriz ki aslında; ''Meşalenin dumanına sarsam, saklasam seni...''
Beni ilgilendirmeyen şampiyonluk yarışlarını sıkıcı aşk filmleri tonunda izlemişimdir hep. İçinde benim yaşadığım bir aşk olmayan o filmlerin bir an önce bitmesini ne kadar istiyorsam aynısını şimdi bu 'lig' tiyatrosu için istiyorum. Kimin şampiyon olacağına kafa yormak yerine tribünlerdeki Beşiktaş korosunun şampiyon olanla ilgili temennilerine aynen katılıyor, aldıkları fiyatlandırılmış kupaları marketlerde sergilemelerini tavsiye ediyorum. Biz Beşiktaşlılara ise 'transfer market'e doğru yol almak kalıyor. Hocamıza son maçta tatlı sert verdiğimiz -canın sağolsun ama seneye korkak oynatma- ayarını gerçek kılacak hassas ayarcı bakmaya gidiyoruz biz.
Diğerlerine tek sözümüz; Eyjafjallajokullaştıramadıklarımızdan mısınız?
Ve bekle bizi İstanbul, seneye sendeyiz yine. Seni yeniden yaşanılası kılmak için belki de.
Eyvallah
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder