9 Nisan 2010 Cuma

Seba'ya Çek Kaptan !


Beşiktaş Nedir?

Bu soru içimizden herhangi birine sorulduğu vakit en güzel edebi sanatlardan tutun da, en gözü kara taraftar jargonuna kadar dökeriz ortaya heybemizde ne varsa. Kimi zaman hayat deriz, kimi zaman o da kesmez, ab-ı hayat belleriz.

Peki hayat nedir?

Hayat görüp görebildiğimiz, hatta varlığını görmeden de bildiğimiz kavramların bileşkesidir. İçinde biz olmasak da yaşanılan her yerde bir hayat söz konusu, bu kesin. Dolu dolu yaşamak zor zanaat bu yüzden, fakat ne mutlu bize ki hayatımızı tıka basa dolduran ve bir toplu iğne başı kadar boşluk bırakmayan Beşiktaş var, hayatı yaşanılası kılan.

Kıssadan hisse; mesele hayatı Beşiktaş ile yaşamak iliklerimize kadar. Ancak esas mesele Beşiktaş ile dolup taşan bu yaşam biçimini ne derece hakkını vererek yaşayabildiğimiz.Tribün kovalamaktan, gırtlak patlatmaktan, lisanslı ürün alarak yapılan maddi katkıdan daha önemlisi Beşiktaş’ın her zerresini vücudun her hücresine zerk edebilmek olmalı kanımca.

Bize Beşiktaşlılığı şırınga eden büyüklerimiz ve daha sonra da araştırıp okuduğumuz şanlı tarihimiz der ki Beşiktaş’ın ilk adı Bereket, ilk faaliyetleri ise jimnastik üzerine. Şimdilerde sektör haline gelip güncel yaşamın önemli bir parçası olmuş olan futbol ise ayaktopu adıyla Şeref Bey’in sayesinde giriyor Bereket kapısından içeri. İlk kurulduğu günkü kadar vakar içinde ve temiz olan Beşiktaş, ilk kurulduğu ismi kadar bereketli meyveler veriyor gün geçtikçe. Fakat her ne hikmetse herkesin aklını bir ayaktopu fethetmiş gidiyor.

Öyle ki; milyon dolarların savrulduğu lüksten ziyade Lale Devri içindeki Ümraniye de bizim, onursal başkanımızın adını verdiğimiz Süleyman Seba Spor Salonu da. Fakat birinin ardında duruma göre değişen coşkulu, öfkeli, heyecanlı ama en umumi halde aşık bir ordu, bir diğerinde ise yalnızlık hakim. Yalnızlık dediysem dibine kadar, taraftarından yönetimine. Bazen bizler bile, evet akşamki futbol maçını bekleyişte Seba’yı değil de Kazan’da makarayı tercih ediyoruz. Kimse anlatmasın tersini –önce iğneyi kendimize- yanlış okumadınız, tercih ediyoruz.

Bereket ağacının en olgun, en güzel meyvesi yerine vefasızlığın, yalnız bırakmanın sillesini yiyoruz. Aklımıza giren o şeytan bozuntusu ne hikmetse uçaktan inip otobüslerle en baba otellere yerleşen futbol takımını meşaleyle karşılamaya örgütleyiveriyor da, eltopuna bir el atasımız yok hiçbirimizin. Yazık…

Bir baba düşünün, bir sürü evlat sahibi.

Biri sürekli yağ ve balla besleniyor. En güzel giysilerle donanmış façası ve bolluk içinde ‘’şımarık çocuk’’ Aynı evde bir başka canın karnı aç. Üstü başı yırtıklarla dolu. Ancak bu kadarla kalsa iyi, üst baş sadece görebildiğimiz kısımmış. Daha derinlerde, yüreğinin ta içinde daha derin yaralar varmış gözü yolda beklentilere sebep.

Evlerini bedavaya açıyorlar bize, parkeye ayak basmamız için.

Beşiktaş formasına yakıştırdığımız o ruhu son damlasını dahi esirgemeden akıtıyorlar parkeye. O duvarlar, o parke yumuşadı inançlarına karşı ve diz çöktü önlerinde, peki ya bizim taş kalbimiz nasıl elverdi onları böyle yalnızlığa itmeye?

Futbol takımının forma tasarımına ağız burun kıvırdık ya sezon başı; yine de maç sonu biri fırlatsa da tribüne üç beş sıra yuvarlanma pahasına kapsak diyoruz hani içten içten…

Parkenin kahramanlarının burun kıvırabileceğimiz, hatta sevinç anında gaza gelip tribüne fırlatacakları bir formaları bile yok, çünkü üstündekilerin yedeği yok.

Hani futbol takımını tesislerden alıp stada otobüsle giderken onlar, biber gazlarına, tazyikli sulara maruz kalmayı göze alıp gidiyoruz ya peşlerinden;

Hentbol takımının alıp salona götüreceğimiz bir otobüsü bile yok. Var olan otobüs takım otobüsü değil, deplasman otobüsü.

Hani şu bizim her hafta cukkayı ayarlarsak yerimizi aldığımız deplasman otobüsleri var ya; onun içinde takım olan versiyonu.

Avrupa deplasmanları hariç (bir zahmet) ve Türkiye kupası finali dahil olmak üzere deplasmanlara dahi otobüsle gidiyor bu takım, üstelik bu haliyle şampiyonluk üstüne şampiyonluk, zafer üstüne zafer, gurur üstüne gurur yaşatarak.

Bunlardan haberdardık belki, ama görmediğimiz yaraları da varmış. Yokluk içinde yokluk çeken hentbolcularımızın paraları da yokmuş hesaplarında, yatmamış. Oysa suç bizde değil, CAS’a gitmeyip anamızı ağlatmayan sporcularda. Ruh ararken ruhlaşmışız gözümüzün önündeki ruhu fark etmeyecek kadar, ama suç bizde değil. Suç ‘’Doğuştan Beşiktaşlıyım’’ demeyerek boyayı gözümüzden esirgeyen hentbolcularda.

Sorarım size; bir maçta, sinemada, tiyatroda, sokakta hentbolcularımızı görsek ne kadarını tanırsınız, tanırız?

Gözüm, mesele eltopu, ayaktopu değil, mesele Beşiktaş.

Mesele var olmakta, Beşiktaş’ın olduğu yerde olmakta, oradaydım diyebilmekte.

Kabul ediyorum, ben de cahiliyimdir bu meretin. Taktiğini tekniğini, kural kaidesini bilmem. Yedi metreymiş, iki dakika cezasıymış, pek çakoz etmem. Ama adalet dersen, ucundan kıyısından biraz da olsa anlayacak kadar kantarımız mevcut çok şükür.

Burada bir adaletsizlik var, bir keşmekeş, bir idrak edememezlik. Ben de varım bu girdabın içinde herkes kadar…Bir dahaki hentbol yazısında daha dolu dolu yazabilmek isterim şikayetten ziyade. Ama şimdilik kulağa küpe kıvamında kıssadan hisse şu olsun: Beşiktaş ayaktopundan ibaret değil, herkes bıraksın bu ‘’ayak’’ları.

Şarkılara isim olmuş Beşiktaş tramvayının emek kokan her bir durağında daha sık buluşmak üzere.

Hoşçakalın, esen kalın. Biraz olsun Seba’da kalın…

Hiç yorum yok: