21 Mayıs 2011 Cumartesi

Verdik Dertlerin Eline

 
 
Mutluluk izafidir.

Birinin mutluluktan anladığı, bir başkasının üzüntüsüne sebebiyet verebilir. Birini mutlu edebilecek herhangi bir şey bir başkasını tatmin etmeyebilir ya da birisi için oldukça önemsiz gözüken bir durum bir başkasına tarifi imkansız mutluluklar yaşatabilir.

İçinde barındırdığı herkesi acısıyla dahi mutlu edebilen bir şey varsa o aşktır. Aşk başa gelince izafiyet ortadan kalkar. Hisseden, hissettiren, seven, sevilen, vesile olan, tanık olan herkes mutludur, dahası mutluluğun bir parçasıdır.

Hepimizi çatısı altında toplayan aşk, Beşiktaş… Puan tablosuna baktığımızda memnun olabileceğimiz bir şey olmadığı aşikâr. Ama dedik ya, aşkın acısı bile ayrı güzel. Hani dedik ya, mutluluk izafi. Bu sene kahır şerbetinin tadını ezberlesek de, Beşiktaş’ı sahada görmek bile başlı başına bir mutluluk vesilesi değil miydi Allah aşkına? Siyah şort beyaz formayı bir halı saha maçında dahi görsek o elemanın takımını tutmuyor muyuz her birimiz? Sokakta top oynayan çocukların çığlığında bile bir Quaresma duyunca okşanmıyor mu yüreğimiz?

Geride bıraktığımız sezona ilişkin manşetlerde Beşiktaşlı için genelde hüsran, hayal kırıklığı, burukluk yazar. Ama onlar profesyonel manşetlerdir sonuçta, para için ve belli bir süreliğine oradadırlar. Birnevi dönen çarkın sözcülüğünü yaparlar. Esas olan Beşiktaşlıların gönlünde yer alan başlıklardır, gerisi vız-tırıs hava yollarının devamlı yolcusudur.

Beşiktaşlı bu sene yanlışı en başta yaptı belki de. Yapılan transferlerin ve içine girilen yeni sürecin verdiği ara gazını prospektüsteki yan etkiye göz atmaksızın aldık kabul ettik. Hazmedemedi bünye, helak ve bitap düştük. Oysa Guti gelirken, Quaresma üçlü çektirirken, Portekiz üçlemesi havaalanlarına sığmazken biz böyle düşünmemiştik. Bileti Dublin’e aldık ama Kayseri’ye gidecek kadar benzin koyduk depoya. Ligde direksiyona yüksek promil alkolle oturduk çoğu kez ve bu sebepten maruz kaldığımız çevirmelerde şiş ve kebap olduk.

Bu noktada halen ısrarlıyım. Beşiktaş’ı dünya kulübü yapmak, Beşiktaş’ı dünyaya uydurmak uğruna bildiğimiz, sevdiğimiz o Beşiktaş’tan taviz vermek demek değildir. Bizim için aslolan mesele, gelecek nesillere Beşiktaş’ı bir dünya kulübü olarak bırakmak değil, Beşiktaşlı bir dünya bırakmaktır. Bu Beşiktaş dünyasında herkes kendini ve etrafını arıtacak ve aydınlatacaktır. Bu Beşiktaş dünyasında herkes Beşiktaş’a ve Beşiktaşlılığa sahip çıkacaktır. Gol her zaman dünya çapında forvetlerden gelmez, Takoz Recep’in röveşatasıyla ve üstelik yanlış kaleye de isabet edebilir. En iyi ara pasını her zaman Guti atamayabilir ama en kalleş geri pası hep Halilagic’ten gelir. Bir gün santrafor kaleci eldivenlerini giyip panter kesilebilir, başka bir gün kartal kalesinden Londra semalarına öpücük konduran bir asist gelebilir. Diyeceğim o ki Beşiktaşlı Beşiktaş’tan gelecek olan her şeye alışık, hazır ve razı olmalıdır.

İyi günde sahip çıkmak, ardında yürümek ve mutluluk konvoylarına katılmak kolaydır. Önemli olan kötü günde, gelecek iyi günlerin habercisi olmaktır. Oysa hayal kurmanın en bilindik kalleşliğidir hiçbir zaman gerçeğe dönüşmeyecek olması. Ama kapılırsın, ister istemez kapılırsın. Yeter ki hayalinin içinde ihtiraslar ve bunlardan kaynaklanan kıyımlar olmasın. Hakan topu doksandan çıkardığında değil, kornerde boşa çıktığında alkışlansın bir kere de. İsmail’in şutu tribünlere de gitse o ıslık sesi yerine o şutun gol olduğu gün geldiğinde yaşanacak gol sevinci ufak ufak hücrelere zulalanmaya başlasın. Guti ayağına her top alışında beklentimiz tereyağından çekilmiş kıl olmasın. Bobo için bir kere de topa yetişemediği zaman alkış kopsun statta.

Hak vereceksiniz; çocukluk çağlarımızda hepimiz daha mutluyduk. Sadece çocukluğun vermiş olduğu bir mutluluk değildi bu. O zaman dünyamıza imkansızlıklar hakimdi belki ama, belki de bu imkansızlıktı o dönemki mutluluğa imkan sağlayan. Formayı sadece topçunun üzerinde görürdük. Herhangi bir beyaz kıyafetin üzerine bir Beşiktaş arması diker ve o an hepimiz Beşiktaş’ın forveti oluverirdik. O zamanlar futbolcularla böyle bugünkü gibi sosyal medya sitelerinden sanal arkadaşlıklar edinip bunlara güvenerek enseye tokat olayına girdiğimiz olmazdı. Adına “tribün” denen ve milyonlarca Beşiktaşlının o akşam oynanan maçtaki yürek çarpıntısını dışa vurmakla görevli şanslı azınlık, maçlarda görürdü futbolcuları. Isınmaya çıktıklarında oley çekilirdi. Buluşma ve temas bundan ibaretti. Ama daha samimiydi. Futbolcu elini yüreğine koyar, taraftarın alkışı ciğerinden kopardı. Arada ağabeylerimiz antrenmana baklava götürürlerdi. Onların ağzı tatlanırdı, biz akşam spor haberlerinde izlerken tatlının şerbetinden gıyaben nasiplenirdik.

Futbolun belli başlı klasiklerdi vardı ezelden beri, bundan sonra da olmaya devam edeceği gibi. Ama Beşiktaş mabedi, futbol klişelerinin sınıfta kaldığı, ceza olarak tek ayak üzerinde bekletildiği yer oldu hep. Sosyal boyutu zaten malum, kimler kimler orada ters köşeye yatmadı ki… Kimler yüceltilip baş tacı edilmedi ve yine aynı şekilde kimler kılına bile dokunulmadan oradan dayak yemedi ki…

Fakat bunun yanında; -işin en enteresan ve güzel tarafı da bu olsa gerek- bizim maçlarda taraftarın oyuna katkısı da çok olmuştur hani. Az evvel değindik ya, golleri her zaman en iyi forvetler atmaz. Bunun en büyük ispatıdır Beşiktaş tribünleri. Bir gün bir bakmışsınız, cefakâr eski açık ortalamış, yeni açığın direkten dönen kafasını Kapalı tamamlamış ve ilerleyen dakikalarda başka gole gerek kalmayınca maç 1-0 Beşiktaş’ın üstünlüğüyle sona ermiştir. Ya da Vedat kaptanın sol taraftan getirdiği topu alan Baba Hakkı, çalımlarla ceza sahasına girerken penaltı noktasında demarke durumdaki Optik Başkan’ı görmüş, yıldız oyuncunun plasesinde top yalan dünyanın solundan ağlarla buluşmuştur. Ertesi gün maç yazısında Kâzım Kanat, Beşiktaş’ın cesur yüreği Çarşı’yı överken Mehmet Işıklar’ın attığı mükemmel gole şapka çıkardığını belirtmiş, hepimizin ahrazlığına dil olmuştur.

Transfer sezonuna girerken kuvvetle muhtemel kayışı koparacağımızı bilsem de –hevesinizi kırmak istemem ama- şu ruhu transfer etmeye bakalım derim, adı geçen veya gönüllerde yaşatılan dünya yıldızlarından önce. O ruhun maliyeti yalnızca Beşiktaşlılığı her şeyin önünde tutmaktır. Bonservisi elinde ve Beşiktaş’a fedadır. Karın tokluğunu bile iter tozlu raflara ve sırf Beşiktaş’a aç kalmamak için atar kendini sahalara. Her mevkide oynar, joker gibi adamdır. Her takım kadrosunda onu barındırmak ister. Biz onu tüm gücümüzle sahaya verebilirsek eğer, emin olun o da bizi utandırmayacak ve sahada basmadık yer bırakmayacaktır. Yeri gelir çizgiden çıkartır topu, pozisyonun devamında rakip ceza yayı üzerinde kazanılan bir frikikten golü atar ve kapalıya koşar. Her maçın yıldız odur, akan her damla terde onun emeği tüter. Ama on numara tevazu sahibidir gel gör ki. Kendini göstermez olduğu gibi. Her seferinde başka bir bedene bürünür ve çizdiği silüeti sevdirir bizlere. Bazen Toraman olur isyankârlığıyla. Sonra bir de bakmışsınız Beşiktaş’ın çocuğu olmak istemiş, Necip’in bedeninde can buluvermiş. Quaresma’nın ayak dışına kondurduğu öpücük Almeida’nın alnına konuverdiğinde hadiseyi gören herkes –biz de dahil- Quaresma ortaladı, Almeida attı sanarız. Oysa kazın ayağı öyle değildir. Hepimizi sevince boğan o an, sadece bir golden, meşin yuvarlağın üç direğin arasını istikamet edinmesinden ibaret değildir.

Şöyle bir bakın oynanan tüm maçlara. Bu anlatmaya çalıştığımız ruhun ortaya çıktığı tüm maçların bir ortak noktası vardır. Bu ortak nokta şudur ki, istenen atmosferin oluştuğu her maçta Beşiktaşlılık duygusu kazanma duygusunun önüne geçmiştir. Mersin İdman Yurdu kupa maçında o yağmurda az ama öz Beşiktaşlı yine flarmoni orkestrasına giderini yapmıştır. Şeref Bey’deki Antalya maçında herkes son dakika gelen galibiyet golüne sevinmeyi bırakmış, birbirine sarılıp teselli eden Hakan ve Hilbert’i alkışlamıştır. Olimpiyat Stadı’na o zorluklar içinde akın eden binlerce Beşiktaşlıyı gördükten sonra; tabelada Beşiktaş 2-1 mağlup yazsa da benim nazarımda sezonun en farklı galibiyetini almıştır. Ve daha fırından yeni çıkmış bir örnek; mabetteki son buluşma olan Eskişehir maçında yenen gole rağmen söylenmeye tüm ritmiyle devam eden beste, daha goller gelmeden Beşiktaş’a 3 puanı kazandırmıştır. Bir de tersini düşünün; fark atarız, gözü kapalı yeneriz, futbol değil çayda çıra oynarız denen her maçta karın ağrısı yaşanmış, beklentiler hayal kırıklığına dönüşmüş, gece nöbetlerle noktalanmıştır.

Devamlı tribün kovalayan ağabeylerimiz-arkadaşlarımız benden daha iyi bilirler. Onca yol ve cefa çekildikten sonra şehre mağlup dönüldüğünde “bir dahaki deplasmanda ben yokum hacı” diyenler, 15 gün sonra “oğlum kaç otobüs gidiyoruz?” diyen ilk insanlardır. Siyahın kontrastı beyaz, acınınki aşktır. Siyah bazen, hatta çoğu zaman beyaza baskın gelebilir ama acı ile aşk arasındaki tüm derbilerde kazanan –eğer göstermelik değilse- aşktır.

Tüm bunların ışığında, bu sezonun çok kötü geçtiğini düşünen herkese bir kez daha sormak isterim: Halâ her şeyin çok kötü gittiğini mi düşünüyorsunuz? Eğer öyleyse hakikaten bazı şeylerin değil, her şeyin değerinin kaybedilince anlaşıldığına inanmaya başlayanlardan olurum ben de. Şimdi kötüleyip burun kıvırdığımız birçok şeyi yokluklarında öyle bir özleyeceğiz ki, benden söylemesi. On sene belki her maç yine mi denilen İbrahim Üzülmez’i, hangimiz arada bir yâd etmiyoruz ki. Dileğim bu şekilde andığımız değerlerin çoğalmamasından ibaret. Çünkü şimdi kırık dökük yanlarından, pek konforlu olmayan koltuklarından, kolonlarındaki çatlaklarından sızlandığımız İnönü’yü de özleyeceğimiz günler gelecek. Her şeye rağmen kaleyi hafif sol çaprazdan gören bir serbest vuruşta zaman zaman Nihat’ı arayacak gözlerimiz. O çok kızdığımız Baki’yi her penaltıda olmasa da hatırlayacağız arada bir, penaltı atmadan gittin lan diye hayıflanacağız. Kaybettiğimiz canımız Optik abiyi zaman zaman acıkmamız vesilesiyle anıp yine maziye dalacağız. Ama gelecek sezon başladığında kimse geride bıraktığımız sezon kaybedilen maçlar ya da kaçan goller için ağlamayacak, ah çekmeyecek, bir sigara yakmayacak. Demem o ki tabela gidecek, ışıklar sönecek, perdeler kapanacak ve biz yine Beşiktaş’la baş başa kalacağız.

Var mısınız şimdi Beşiktaş’tan varlığından başka hiçbirşey beklemeden yeni sezon için beste karalamaya? Var mısınız Beşiktaş çıkış tünelinden çıktığında “sahaya çıktın ya, o da yeter” duygusunu hissettirmeye? Var mısınız herhangi bir kartal parçasına topu kaptırdığı zaman moral vermeye, golü kaçırdığında alkışlamaya? Hazır mısınız edilen bin tövbe de olsa binbirinci kez bozmaya? Söyleyin başka bir duygu varsa böyle kutsal. Var mısınız Beşiktaş’a her an aşık olmaya?

Hangimiz nelerden vazgeçmedi ki hayatta?
Beşiktaş hak etmiyor mu bu kadarını?
Sevdiğimiz kızın adını ah ulan ah diye söyleye söyleye az mı körkütük sarhoş olduk?
Mahallede köşebaşında sırf onun gelişini görmek için az mı sebepsiz yere volta attık?
Hastalanan bir çocuğun başında hiç mi beklemedik?
Komaya mı girmedik olmadık şeyler için?
Olmuş sabahın beş buçuğu, uykusuzluğuma hayıflanıyorsam zayıflanmaların tillahındayım demektir. Biz ki ne badirelerde serden geçmiş, neler, kimler uğruna “her şeye değer” demişiz.

Senden esirger miyiz sandın koca çınar?
Bestede de dediğimiz gibi başın öne eğilmesin sakın. Biz halimizden memnun, aşkımızdan Mecnun’uz. Varlığından daha has bir mutluluk sebebi yok, haberin olsun. Sakın bizi üzdüğünü düşünüp üzme kendini. Sen bizi en dipsiz kuyulara dahi girsek bulup çıkaransın. Sen bizi düşünme. Biz burada seni bekliyoruz ve Turgay kardeşimin teskere alışını kibarca bildirdiği mesajdaki gibi verdik dertlerin eline. Unutma, ardında milyonlarca askerin var ve sen her askerin şafağındaki doğan güneş; senden bir an olsun umudu kesenin iki cihanda gelmesin bir araya iki yakası.

Biz yaşadığımız alemi aştık, ne kadar alem varsa o kadar sözümüz var.
Vay arafta kalanların haline.
Başımıza yıkılsa da bu dünya, üstümüze üstümüze gelse de duvarlar; sayende yine verdik dertlerin eline!
 

4 Mart 2011 Cuma

#blogumadokunma !


Saçmalıklar ülkesine döndük resmen. Youtube, Fizy derken Blogger’ın da kapandığına şahit olduk. Geriye kalan günler daha fena şeylere gebe gibi… Fikir ve düşünceye vurulan engellerin boyutu artık gökdelenleri geçti. Sonra gençlerimize düşünün(!), milletimize de “Sen Türkiye’sin, Büyük Düşün (!)” gibi gazlı sloganlarla “hadi aslanım düşün ama benim izin verdiğim kadar düşün” demek ne kadar doğru değil mi? Lakin bu işin ucunda Digiturk’un haklı davası yatsa da işin boyutu Google’a müdaheleye kadar gitmekte… Velhasıl önü alınmayacak bir yayın paylaşma meselelerinden ne kadar suçlu sayılabilir Google?.. Oldu ki sayıldı fikire pranga vurmak ne kadar doğru?.. Elimizden geldiğince kınıyoruz bu durumu! #blogumadokunma !

26 Şubat 2011 Cumartesi

Sabah 4, Kafa Kazan, Başlık Yok

2009’un güneşli bir sabah köründe, Ankara-İstanbul güzergâhını izleyen ve içerisinde envai çeşit çakırkeyf mısralar dönen bir deplasman otobüsüne atlamış, şampiyonluğa gidiyoruz. Yanımda halaoğlu demeye dilimin varmadığı “abim” var. Milletin muhabbet edesi gelince illa ki eskiler anlatılmaya başlanıyor. Aramızda en eskilerden biri de o abim, ve haliyle başlıyor anlatmaya.

“Bir gün falan yerde filan maçtayız. Şöyle mevzu döndü, böyle fırtına koptu. Şöyle düştük peşlerine, böyle topukladı i.neler…”

Abi, maç kaç kaç diyorum, gelen cevap zamk gibi yapıştırıcı, hayat kadar apıştırıcı.

“O zamanlar biz sahaya bakmazdık. Maç sonu akıl edip biri tabelaya bakarsa ne alâ. Yoksa gece haberlerine yetişirsek oradan öğrenirdik maçı, öğrenemezsek ertesi gün çocuklar söylerdi okulda.”

**

Gittiği maçın skorunu dahi bilmeyen –ilgisizlikten değil, kendisini enterese etmediği için bilmeyen- taraftardan günümüz profiline ulaşmanın en efendice tanımı erozyonsa şayet, tillahını yaşadığımız günlerdeyiz. Gol atmak-ya da kaçırmak olarak iki seçeneği varsa futbolcunun, o adam on saniye sonrasının potansiyel kahramanı ya da haini olabilir. Dünyanın en dandik hukuk sisteminin, hatta hukuksuzluğun bile yaratamayacağı bu kaosu yaratanlar bizleriz.

Artık ne bilet kuyruklarında sabahlamak var, ne tahta üzerinde kıçının altına serdiğin gazete kağıdına oturmak. Cefa çekmek olmayınca tüm gayret cefanın kontrastı sefaya yönelmiş vaziyette seyrediyor ve artık bilete ne kadar para vermişse, ya da kupona kaç lira basmışsa o kadarlık hak iddia ediyor insanlar. Tabi tüm bunlara sebep biraz da Beşiktaş’ın kabuk değiştirmesi. Beklenti ve hayal kırıklığı arasında durmaksızın seyreden doğru orantı, taraftarlığın kitabına ters düşmekte.

**
Beşiktaş’ın neden bu halde olduğunu sorguluyoruz hepimiz kendi içimizde. Sebepler göreceli, değişken ve çok sayıda. Bu yüzden biraz da kafamıza nasıl eserse orayı deşiyoruz. Kimisi Schuster diyor, Schuster ne yapsın topçu oynamadıktan sonra diyen bir kesim çıkıyor ortaya bir süre sonra. Kimisi taraftar diyor, öteki sıcacık evinden tribündeki adama sallama diyor. Kimisi yönetim diyor, öteki el insaf diyor. Okuyan yeter diyor, Beşiktaşlı of ulan of diyor. Herkesin kendince haklı sebepleri var ve zikredilen her sebebin Beşiktaş’ın bu noktaya gelmesinde etkisi var fakat, bana göre herkes geçici teşhisler koyuyor. Bunca keşmekeş, sorun ve teorinin arasında ben de kendimce seçtiğim suçluyu huzurlarınıza sunuyorum: “Endüstriyel futbol”

**

Beşiktaş gerek gelenekleri ve camianın yapısı, gerekse taraftar duruşu dolayısıyla Türk sporunun direnişçi ve mütevazi kimliği olmuştur. Beşiktaş’ın zirveye yükselişi, fabrikatör bir babanın oğlunun hikayesinden ziyade, bir sokak çocuğunun, bir balıkçının ya da ayakkabı boyacısının tırnaklarıyla kazıyışıdır. Diğerleri son model arabalardan yükselen uptıs dımtıs müziklerle caka satarken, mahalleye omzunda paltosuyla yayan gelen ve o poz kesen züppelerin dahi yol vermek için durduğu ağır ağabeydir Beşiktaş. Viski, tekila, cin içmez. Aybaşlarında bi yetmişlik alıp yollanır evine ikramiye tadında, yolsuz kalmışsa da büfede tuzlu fıstıkla bira içer genelde. Yani sokakta kolay görebileceğiniz bir profildir Beşiktaş. Krosta, briçte, salonlarda işi olmaz.

**

Bu ağır abi kendinden ödün vermez hiçbir koşulda. Bizim ağır abiyi de biz böyle sevdik aslında. Yalnız bu sene ne olduysa oldu, bir yerlerden bir el değdi Beşiktaş’a. Önce omzundaki paltoya kaba dediler, sonra marka bi kazak alıp bağladılar omuzlarına. Rakı meyhane içkisi deyip kokteyle götürdüler, ocakbaşından vazgeçirip suşiye tav ettiler. Oysa o çubukları tutamayıp yeni imajını sosla zedeledi, o gece boyu açlıkla savaştı ve karnı ancak eve geldiğinde kırdığı üç yumurtayla doyabildi garibin. Ayrıca kafası da iyi değildi, çünkü viskiden bi halt anlamamıştı. Hem suşi onun için çiğ balık demekti ve balık çiğ de olsa rakıyla giderdi.

**

Bu sene gerçekleşen Guti ve Quaresma transferleri, Beşiktaş’ı vitrine çıkardı. Komşunun züppe çocuklarını geçmek zorundaymış gibi hissettirildi. İspanya bizi konuşuyor, Almanya bizden bahsediyor, her topçu bize gelmek istiyor, dolayısıyla tüm bu gariplik bizden olanın bile kimyasını değiştiriyordu. Devre arası oluşan Portekiz akımı da tüm bunların kaymağı oluyordu adeta. Bir zamanlar sadece çıkıp oynamasını beklediğimiz Beşiktaş’tan, daha maça çıkmadan kazanmasını bekliyorduk. Bize ilişkin hayaller değildi bunlar. Oysa biz üzerinde reklam olmayan formaların, hakem penaltı çaldığında faul yok diyen forvetlerin, topun kornere çıkmasını engellemek için beş metre depar atıp kendini yerlere atan kalecilerin hayalini kuruyorduk. Guti’nin attığı arapasları çok keyifliydi elbette ama milyonların sevgilisi olan bir şarkıcıda değildi bizim gözümüz, sırf görmek için yol değiştirdiğimiz komşu kızındaydı.

Tüm yapılanları kötülemek amaçlı anlatmıyorum bunları. Elbette herkes, elinden gelenin en iyisi dahilinde Beşiktaş için didiniyor, buna her konu için fikir beyan edenler de dahil. Üzülmezciler de Toramancılar da, Schusterciler de istifacılar da Beşiktaş’a ilişkin kaygılar taşıyor ve kendince doğruyu arıyor. Mesele bunların hiçbiri değil aslında, mesele Guti’nin çok daha büyük olmasına rağmen Sergen kadar keyif verememesi sahada. Almeida çok daha iyi golcü olabilir ama Pascal’ın Taffarel’e gömdüğü kafayı vuramaz. Quaresma’nın bir trivelası bize bir süreliğine bir doyum yaşatır ama Recep’in röveşatası gibi olamaz. Belki garip gelecek size ama ben, sahada maç bitsin gidelim takımı görmek ve böyle bir hüzün yaşamaktansa Fevzi’nin geripasına ıskasını veya Hakan’ın yan topa boşa çıkışını daha bir Beşiktaşvari hüzün sayarım. Bu kabuk değiştirme bizi bu kadar yozlaştıracaksa da, tüm vitamini kabuğunda dahi olsa bu Beşiktaş’ın, o kabuğu soyar, vitamine bile posta koyarım.

**

Şimdi birlik olma zamanı denilen milyon tane şimdiyi Emrah’ın Haydi Şimdi Gel şarkısındaki gibi beklesek de, eğer o şimdi gerçekten şimdiyse, toplanıp birlik olacaksak Beşiktaş çatısı altında birlik olmaya ve o çatının harcında ne olduğunu anımsamaya bakalım. Biz taraftarız, taraf olanız. Tarafımız Beşiktaş, kıblemizin güzergahına armayı asmışız diğer yönlerden ayırabilmek adına. Her fırsatta anlatılan kartalın yeniden doğuşuna bile baksak ayarın Allahını çekebiliriz kendimize. Yeter ki sahiplenelim şu takımı. “Beşiktaş büyük taştır, altında kalırsınız.” demek değil mesele, Beşiktaş’ı yerinden oynatmaya kalkanların üzerine çökmek.

**

Yarın işe nasıl giderim?
Okulda çocuklar ne der?
Sokağa nasıl çıkarım?

Böyle düşüncelere haşa kapılmayı yasaklayalım bünyelere. Beşiktaş büyük taş falan değildir, Beşiktaş dikilitaştır. Bazen sendeleyip meyletse de sağa sola, ayağa kalkacağı zamanı iyi bilir. Tam onun büyüklüğünden şüphe edenlerin ayağı tökezlemişken dikiliverir ve oturtur üzerine, şaşkınlığa zaman bırakmadan.

Beşiktaş her zaman her yerde Beşiktaş’tır. Gücü ve büyüklüğü aklın alamayacağı kadardır.
Piza Kulesi Beşiktaş’ın büyüklüğüne olan saygısından önünde eğilmiş ve doğrulamamıştır aslında.
Berlin duvarı Almanların birlik politikası ile değil, Beşiktaş’ın sağlı sollu ataklarıyla yıkılmıştır. 
Irak’taki Saddam büstünün İnönü’den yükselen bir “Kartal gol gol gol” feryadına dayanamadığı için yıkıldığı söylenir.
Ve İsrail Filistin’i, diğerlerinin satın alınmış zaferler kutladığı yavşak akşamlarda bombalamaya başlamıştır. O günden beri tanka karşı taş, savaşa karşı Beşiktaş.

Eğer bunca ütopik benzetme ardından hala Beşiktaş’a eskisi kadar bağlı iseniz prospektüse bir yan etki düşelim.

Zatürre gibidir Beşiktaş’ı sevmek, gereken özen gösterilmezse vereme çevirebilir.
Beşiktaş’ı sevmeyi kafasına koyanların ayık olma vaktidir.
Eyvallah.

19 Şubat 2011 Cumartesi

Derbi Öncesi

Kaybedilen Dinamo maçı sonrası Fenerbahçe ile yapacağımız maçın en önemli noktası takımın, taraftarın moralsiz olması. Bu durumun maç sonrası sürdürülmesi, özellikle teknik direktörümüz Schuster'in ağzından dökülen laflar cidden kaldırılacak cinsten değil. Fakat ortada gerçek var ki en azından dönüm noktası olarak gösterilecek bir hafta daha nostaljik arşivlere kaldırılmak üzere... Çünkü, Schuster'in artık bu camiada barınma ihtimali çok düşük. En azından sezon sonuna kadar ite kaka gidileceği aşikar. Kaldı ki bölünmüşlüğü örtmek amacıyla bir organizasyon yapılacağı ortada. Gönül ister ki sabredilsin...

Üç ihtimal klişe sözünü her derbi öncesi duymak rahatsız edici. Aslında Beşiktaş-Fener maçlarında kullanılması tarafımdan garipseniyor. Sebebi ezeli rekabet dönemlerinde (bu dönemin geçmişte kaldığı net ortada) rahmetli usta yazarımız Vedat Okyar'ın, Sergen ile olan diyaloglarında saklı. Vedat Okyar o zamanlar Erdem Ulus'lu BJK TV'de ki bir programda Sergen ile maç öncesi telefonda görüştüğünü söyler. "Akşam n'olur evlat?" sorusuna Sergen'in cevabı "Fenerbahçe abi yeeeaa. Ne olacak ki" der. İşte bu diyalogdur ki "üç ihtimalli" klişesinden nefret sebebimdir Fenerbahçe maçı öncesi. Durumu bu boyuta getirenlerin kendimiz olduğunu bilmek üzücü. Kaldı ki önümüzde yine bir imtihan varken, başarıya endekslenmek kadar Beşiktaş'a yakışmayan olayların gelişmesi geçmişten ders çıkarmamak bu olsa gerek dedirtiyor.

2. yarı fikstürümüzün lehimize olması aslında avantajdı. Artık bu avantajın son demlerini yaşıyoruz aşikar. Her şeyden öte olaysız cezasız bir maç olması tarafımdan tek temenni. İş sahada kendi becerilerini gösterecek oyuncularımıza kalıyor. MHK, TFF türevlerine ise şimdiden kılıf hazırlamak bize yakışmaz. Lakin olası hakem hataları Beşiktaş'ın aleyhine olursa hali hazırda gergin camianın sığınacak bir limanı olur gibi geliyor. Gönül ister ki iki takım adına da adil bir maç yönetilsin.

Teknik taktik konular Schuster'in Erhan - Ernst değişikliklerinde saklanırken, Beşiktaş'ımızın en azından derbiden galip gelmesi yahut gelmemesi pek sıkıntılı süreç getirmemesi gerekli. Üst paragrafa nazaran günah keçisi aramak yerine, daha önceki yazımda da dediğim gibi sabır baş tacı olmalı taraftar açısından. Fakat bizler her işi iyi bildiğimiz için isimlere odaklanıp koltuklara göz dikmekten iyiyi iyiden kötüyü kötüden ayırt etmiyoruz. Nostaljik sohbetlerde duyduğumuz üzüntüler sevinçler kederler bile bize ders çıkartmak adına bir nebze olsun yaramıyorsa, artık bizler futbolun endüstriyel parçalarından bir tanesi olarak görev sürdürüyoruz demektir. 

Maçlar kazanılır kaybedilir. Baki olan Beşiktaş ise, bedene indirgenemez bir ruh ise, bu taraftar özüne dönmediği sürece kaybedilen maçtan çok kazanılamayan ruh'un uçup gitmesidir insana zor gelen...

18 Şubat 2011 Cuma

Bize Düşen Görev

Bu yazı uzun bir sessizliğin ardından yazılmıştır. Bu sebeple okurken kendinizi sorgulamak için zamanınızı boşa harcamamanızı tavsiye ederim.

Hepimiz bir sevda uğruna yollara düşmüş insanlarız. Yeri gelmiş Beşiktaş için en sevdiğimiz insanın kalbini bile kırabilecek sözler söylemişiz. Yeri gelmiş evden çıkmamışız kara günde. Kimimiz inadına formayla atkıyla dolaşmış sokaklarda... Hepimizin ayrı bir tanışma faslı olmuş. Kimimiz gazete küpürlerinden öğrenmiş, kimimiz babadan kalma... Sonuçta herkes bir noktada bulmuş kendini, Beşiktaş'ta. 

Geldiğimiz durumun sorumlusunu aramak yerine asıl görevimizi unutur olduk. Para verip karşılık beklemek yakışmadığı gibi, bir insanın para verip karşılık beklemesini normal karşılayamaz olmuşuz. Bölünmeler içinde olmamız gayet normal bir durum. Çünkü bizler alışık olmadığımız senaryolar içine sokulup duruyoruz bilmem kaç senedir. Nasıl davranacağımızı kestiremez olduk kendimiz bile. Oturup düşünme fırsatı da sunmuyoruz, kendi muhasebemizi başkasına tutturuyoruz. Tatmin edilmek uğruna...

Ben Beşiktaş'lılığı sağımdan solumdan şişirilen balon sözler olarak görmedim asla. Böbürlenmedim hiç bir zaman. Gurur duydum elbette, bunları yalnızken yapabilmenin verdiği huzurla sevdim Beşiktaş'ı...

Bir gerçek var ki bizler artık bir trenin raydan çıkmış vagonlarıyız. Sağa sola sendeledikçe kendimize çarpıyoruz.

Peki bizi bu hale sokan şeyleri araştırmak yerine yine koltuğumuzda oturup, en çok küfrettiğimiz mecraya neden sarılıyoruz... Gazetelerin kıyım kıyım doğradığı kendi resmimizi izliyoruz hem de her gün!

Beşiktaş yönetimi bu yıl Beşiktaş'ı kabuğundan kopardı bu kesin. Hatta bana göre bunu bu yıl yapmadı. Beşiktaş zaten yönetim olarak kabuk değiştirmişti. Hem kongresi hem taraftarı hemde başkanıyla tamamen değişim geçirdi. Bunu biz ne kadar istedik? Bu soru cevapsız kalabilir. İyi şeyler olduğu gibi kötü şeylerde hayatın içinde.. Bize sunulan kötüler oluyor farkında olduğumuz da da birbirimize düşüyoruz. Herkes farklı sever fakat aşk'ın telaffuzu her dilde aşk olarak çıkıyorsa orada oturup düşünmek gerek. Bizler bunu isteyeni, istemeyeni ile yapmamanın zararlarını çekiyoruz. Taraftarı tarafından istenmeyen yönetimin kongrede çoğunluğu elinde bulundurması Beşiktaş'ın zaten en büyük zaafı. Futbol takımının mağlup olmasını taraftarın mağlup olması olarak algılamak ne kadar doğruysa, kongrenin bizleri yıllardır mağlup ettiğini görmezden gelmemek gerekir.

İş, yönetim ilede bitmiyorsa ne istediğimizi bilememenin cezasını çekiyoruz demektir. Yıllardır istikrarsızlığın en doruk noktasına ulaşıyoruz. Bu yıl için sürülen makyaj İstanbul'un dengesiz yağmurlarında aktığında da kendi beklentilerimizin karşılanmadığı bir ortamda sancılanmaya başlıyoruz. Bana kalırsa en büyük zaafımız kısa vadede yüksek beklentilerimizin olması. Tabii ki kullanılan sermayenin bunda payı büyük. Fakat alınan borç vadeye düzgün yayılmadıysa vereceği sıkıntıların bundan aşağı kalır yanı olmamalı...

Dönelim başa... Sezon başında yıldız kavramının öz kaynak düzeninden geldiğini bilen Beşiktaş taraftarları olarak bizler, önümüze sunulan yıldızlar ile beklenti içine sokulduk. İddialı sözleri kendimize sakız ederek bugünkü malzeme oluşumuzun zeminini hazırladık. Hiç bir zaman temkinli olamamanın vermiş olduğu o tezcanlılıkla hareket ettik. Skora endeksledik kendimizi. Evet, evet bunları biz yaptık! medya değil. Bunda ne kadar haklıydık tartışılır. Fakat su götürmez gerçeklerimizi hep görmezden geldik. İddialı girişimizin sezon arasında beklentileri karşılamaması kaos içine sürüklenen Beşiktaş'ın ilk adımıydı, farkına varamadık. Oysa Beşiktaş her sezon şampiyon oluyordu da biz bilmiyorduk! Beşiktaş'ın yeni bir oyun anlayışıyla farklılıklarla girdiği bu sezonda beklentilerimizi hep üst düzeyde tutmanın vermiş olduğu bencillikle hareket ediyoruz... Elbette futbol adına olumlu bir Beşiktaş var. Lakin gerçek şu ki; Burası Türkiye...

Sezonun ikinci yarısına da sezon başı gibi hızlı girmekle beraber bulunduğumuz konumu küçümsemek normal geldi. Oysa yakışmayan daha doğrusu başkalarını eleştirdiğimiz durumu bizler yaşıyorduk, farkına varamadık! Lige havlu attırdık, Avrupa'da hüsran oldu. Elde kalan Kupa maceramızı merakla bekler olduk. Oysa biz ne istediğimizi bilmiyorduk. Yaşanan mücadele sürecinde elde kalanlar ile elden çıkanları(ki bunlar sakatlıklar vs.) görmedik. Bu yüzden itildiğimiz senaryoda isyancı figüranlara bürünür olduk. 

Terk etmek ne kadar kolay... Şimdi dillerde Schuster istifa, Hakan tüh kaka! diyorsak, Beşiktaş zor bir sevdaysa ve biz zoru seviyorsak bazı şeylere katlanmamız gerek. Bunca zamandır Avrupa arenasında nerelere gelebildiğimizi, o uğurda ettiğimiz sözleri ve davranışları gözden geçirmek tek sevdamız uğruna yararlı bir iş demektir. Kaldı ki sabır olgusunu neye göre göstereceğimizi dahi bilmezken bizler, en ufak kıvılcımı yanardağ lavlarına dönüştürüyoruz.

Sürekli geçmişe nazaran yapılan yorumlardan artık bir fayda gelmeyeceğini, dünün bir geçmiş yarının bir gelecek olduğunu bilerek hareket etmeli... Keza geçmişden dem vurmak sadece avuntu olur.

İstikrar abideleri takımlara ne kadar imrendiğinizi düşünün. Öncelikle kendimize sabır etmeliyiz ki Beşiktaş'tan umut bekleyelim. Şimdiden lige havlu attı masallarına, kaldı ki atsak bile bunu felakete dönüştüren bizlere düşüyor iş. Kendimizle çelişmeyi bırakmakta bir fayda bu takıma...

Hiç bir şeyin eskisi gibi olmadığı, herşeyin eskisinden daha iyi olacağı Siyah-Beyaz günlere duyduğumuz özlem bizi kendimize yabancı kılıyor. Kimlik tartışmalarının had safhada olduğu memlekette işin içine kendimizi dahil ediyoruz. Beğenmediğimiz yönlerimizi başkalarından duyduğumuzda sinir harbi yapıyorsak, kendi yakışıksızlığımızı takımımızdan görmek bu kadar basit olmamalı...

Bir futbolcuyu kazanmak kaybetmekten zordur. Bunu hepimiz algılamalıyız. Benimde beğenmediğim adamlar var. Lakin saçma sapan atıp tutmakla, ıslıklamakla olmuyor bu işler. Baskı kurma kavramından uzaklaşıp, kendi takımımızı abluka altına alıyoruz.

Geç olmadan kendimizi sorgulamak en doğrusu.. En azından gelecek sezon adına alacağımız kombineden önce yapmamız gereken ilk iş bu olmalı...

10 Şubat 2011 Perşembe

Özgener'in Çarşı'ya Cevabı

T-Fi-Fi Başkanı Mahmut Özgener, Çarşı Grubu Resmi Sitesi Forza Beşiktaş'a yaptığı basın toplantısıyla cevap verdi. İşte Özgener'in açıklamaları:

"Beşiktaşlı yöneticilerin basın toplantısının ardından organize bir şekilde üzerimize gelen, verdiğimiz cevapla birlikte ataklarını daha da sıklaştıran Forza Beşiktaş'ı kınıyor, olayda sükunetini koruyan ve kendi işine bakarak "İstenmeyen olayları istiyoruz, Bursa değiliz...." gibi bir giriş sayfası yayınlayan GFB forumlarına teşekkürlerimi iletiyorum."

"Bazı gerçeklerin taraftarlar tarafından da bilinmesi gerekiyor.

1- Hakemler hata yapar. En üst düzey liglerde bile hata yapılıyor. Bu bizim değil, UEFA'nın sorunu. Bizim alanımız eyyam, onu da en iyi şekilde yerine getirdiğimize inanıyorum. Dünyanın en eğitimli hakemlerinin bile yapamayacağı eyyamı biz burada en iyi şekilde ortaya koyuyoruz.

2- Hakemlerimize istikrarlı bir şekilde klavyeden sallamayı biliyorsunuz. Oysa son salladığınız arkadaşımız Kamil Sabitoğlu, sizin iddia ettiğiniz gibi formaya göre değişkenlik gösteren bir hakemimiz değil, adı gibi sabit bir eyyamcıdır. Her gerek duyduğumuzda koşa koşa gelerek işinin gereğini yapan cefakar bir arkadaşımızdır. Böyle değerlerin kıymetini bilemezsek yakında görevini ifa edecek arkadaşlar bulamayız. Bu arkadaşlarımızı kimseye yedirmeyiz.

3- Özellikle Beşiktaş taraftarlarının açıklamaları futbolun dışına çıkmamıza sebep oluyor. upada iyi neticeler alınırken ligde alınan kötü sonuçlar ön plana çıkartılıyor. Kupayı başka bir federasyon başka bir MHK mi yönetiyor? Bakın, 30 yıldır kupayı alamayan kulüplerimiz var. Bu kulüplerimizin taraftarları hiç kupayı alamamalarından bizi sorumlu tutuyorlar mı? (Bıyık altından: Biz onlara ligi veriyoruz değil mi Sami? Muha :mrgreen: 

4- Öhöm öhöm... Futbolda yorum yoktur, kararlar vardır. Futbolun anayasası vardır. Futbol bir kurallar oyunudur. Futbolun ruhunu bilmeyenlerin, zarar verenlerin alışkanlıkları değişene kadar mücadelemiz devam edecektir. Onlar sinene, bizim getirdiğimiz bu çarpık düzene alışana kadar biz sistemimizi uygulamaya devam edeceğiz. Ha bir de, futbolda demokrasi yoktur. Bakın ben bile TFF'nin başına aslında seçimle gelmedim, getirildim. Babam sağolsun."

Hepinize sesleniyorum, herkes işini yapsın. Siz tezahürata devam edebilin diye Beşiktaş'ı ligde tutmaya devam ediyoruz. Tüm bunlara siz takımınızı destekleyebilin diye göz yumuyoruz. Futbol bir oyundur, biz size oyun içinde Ali Cengiz sunuyoruz, yine de yaranamıyoruz. Velhasıl siz desteğe, biz eyyama devam şekerim.

Herkese sesleniyorum, TFF bu ülkede eli kolu uzun olanın kazanacağı bir ligin oynanması için mücadelesini sürdürecek. Geçmişte olduğu gibi biz de şerefiyle oynayıp hakkıyla kazananın önde olmasına izin vermeyeceğiz.

Özgener'e Sorularım

Sayın Özgener,

***Ne zaman bu ülkede bir hakem rezaleti yaşansa aynı teraneyi duyarız:
"e bakın. .... liginde, ..... şampiyonasında da hakemler hata yapıyor".
Sorum şudur.
.... liginde, ...... şampiyonasında belli hakemler sürekli aynı takım lehine veya aynı takım aleyhine hata yapsalar ne olur?
Örneğin, Marcus Webb, yönettiği her Liverpool maçında Liverpool lehine hatalar yaparken, her Arsenal maçında Arsenal aleyhine hatalar yaparsa o ülkede düdük çalmasına izin verilebilir mi?
O zaman bana Yunus Yıldırım, Bünyamin Gezer, Kuddusi Müftüoğlu'nun FB maçlarında yaptığı toplamda yüzlerce hakem "hatalarının" neredeyse tamamının FB lehine olmasını nasıl açıklayabilirsiniz?

***Ne zaman özellikle Beşiktaş tarafından size yönelik bir veryansın, bir tepki olsa basın açıklaması yapma gereğini görüyorsunuz. Bu hakkı kendinizde buluyorsunuz.
Peki Beşiktaş'ın haklarının yendiğini düşünen ve tepkisini kimseye hakaret etmeden ileten basın açıklaması sonrası Beşiktaş yöneticilerini hangi hakka dayanarak Disiplin Kurulunuza sevkediyorsunuz?

***Ne zaman özellikle Beşiktaş tarafından size yönelik bir veryansın, bir tepki olsa basın açıklaması yapma gereği görüyorsunuz. Bu hakkı kendinizde buluyorsunuz.
Peki hakemlerinizin soyunma odası basıldığında, tehdit edildiğinde herhangi bir basın açıklamanız var mıdır?

***Bu ülkenin futbol federasyonunun Başkanı olarak FB Bayan Voleybol takımının maçı için yurtdışına çıkarken, Türkiye'yi Avrupa Kupalarında temsil eden tek takım Beşiktaş'ın bir tek maçına bile gelmemiş olmanız sizce normal midir?

***Yıllardır "hakemlerin hata yaptığını kabul ediyoruz, çaba gösteriyoruz" diyorsunuz. Yıllardır hakemlerin gelişmesi adına ne yaptınız? Hakemler ne gelişmeler gösterdi?

***Futbolun anayasası vardır diyorsunuz. Futbolun anayasasında "eğer sizin otoritenizi düşürecek şekilde tepki veriliyorsa yapanı cezalandırın" tarzında anlatılan bu kuralı "her kart işareti yapana sarı kart verin, ama FB'liler yaparsa bir daha düşünün" şeklinde yorumlayan sizler (Eskişehir maçında kart işaretini 0.5 saniye yaptığı için Guti'yi atan ama FB-TS maçında kendisini omuz atarak sendeleten, gerileten Topuz'u sadece azarlayan Bünyamin Gezer örneğindeki gibi) futbolun anayasasını doğru uygulayacağınıza dair inancımızı nasıl sağlayabilirsiniz?

***Bursaspor aleyhine yapılan hataların azlığı sizin de dikkatinizi çekmiş midir? (Bursa'ya da yapılıyor ama onlar konuşmuyor zırvasını şakşakçılarınıza iletin, geçen sezon FB ile kupa maçında bir penaltıları çalınmadı diye ortalığı nasıl yıktıklarını bu ülke vatandaşı bizler biliyoruz).

***Trabzonspor aleyhine yapılan hataların azlığı sizin de dikkatinizi çekmiş midir? 

***Federasyon olarak türlü görevlere Trabzon kökenli eski futbolcu, yöneticileri getirmek gibi bir yemininiz mi var?

***Futbolun marka değerini geliştirmek adına ne yaptınız? Beşiktaş'ın yıldızlarını ve zamanın FB yıldızlarını (Alex, Carlos) izlemek için maçları yayınlamak isteyen yabancı ülkeler haricinde ligimizi hangi ülkelerde izlettirebiliyorsunuz? Siz gelmeden önce kaç ülkede izlenebiliyordu? Neyi geliştirdiniz?

***Beşiktaş'ın 8 Avrupa maçında rakipleri 5 kırmızı kart görmüşken, 20 küsür lig maçında yerli hakemler ile sadece 2 kırmızı kart görmüş olması istatistiğini nasıl açıklayabilirsiniz?

***Golün insan gözü ile görülemeyeceğini iddia eden MHK Başkanınızın (ki aynı şahıs geçen sezon Holosko'nun topunu elleyen Egemen için de benzer bir savunma yapmıştı) göz muayenesini Federasyon bütçenizden mi karşılayacaksınız? 

MAdem ki bir basın toplantısı yapma zahmetine giriyorsunuz, o zaman lütfen içini doldurunuz. Futbolseverlerin merak ettiği bu konulara da cevap veriniz.

Son olarak "Lütfen hiç kimsenin en ufak bir endişesi olmasın. TFF her kulübe eşit mesafede, hak edenin kazanacağı bir lig için mücadelesini sürdürecek." tememniniz için teşekkür ederiz. FB Başkanına mikrofonlar açıkken Beşiktaş'ı bitireceğini söz vermiş, Bursaspor camiasını her fırsatta Beşiktaş'a karşı fişeklemiş, kendi camiasının ve tribün liderlerinin bile FB lobicisi olarak adlandırdığı Bursapor Eski Başkanının asbaşkanlığı yaptığı bir federasyonun eşit mesafesinden duyacağımız şüpheleri anlayış ile karşılamanızı bekleriz. 

Sizin ve asbaşkanınızın suratına tez zamanda meymenet dileriz.

26 Ocak 2011 Çarşamba

Sen Bizim Şeref'imizsin...

Kafama sardığım siyah beyaz saç örgüsü iplerdi seni bana bağlayan... Öyle sıkı bağlanmışım ki seni ömrüm boyunca söküp atamam...

Çocuktum... Griliğini hatırladığım bir mart ayı idi aklımda kalan, senden geriye... Belki de o girilik ile tanıdım seni. Gözlerim bir yandan televizyonda, bir yandan da korkarak baktığım sarı ışıkta... Hep kesilirdi elektrik ki semtin içinde olduğu durumu en net anlatan durumdu bu... Her şey hep yarım. Bir yanımız hep karanlık oldu... Ve ben o gün anladım ki seninle tanıştığım o gri, aslında siyah ile beyazın kucaklaşmasıydı...

Gazete kuponlarından elde edilen siyah-beyaz kupalar süslerken oturma odamızı, sana kavuşmama dakikalar kala hazırlıklarımı yapardım. Babamın eskilerinden kalan tek siyah-beyaz bayraktı üzerime o soğuklarda çektiğim ve bir yanda siyah-beyaz plastik toptu çocukluğumda ki en büyük hediye... Sana kavuşurken dualarım oldu benim sensiz kalmamak için. Sövmeyi bilmediğim dönemlerimde hep karanlıklar içinde kalıp "offff" çekişimdi televizyonda ki görüntünün gidişi...

O günlerden bugünlere gelerek sevdim seni... Çocuktum sen vardın. Büyüdüm sen oldun, seni sen yapan beni hep hiçe sayarak sevdim seni... Oysa sen ve ben bizdik. Birimiz siyah birimiz beyaz...

Hala içimde yaradır babamla sana gelememek. Bunu gerçekleştirmek istemek bile heyecan verirken bana, sen şimdi vedaya hazırlanıyorsun...

Göztepe maçıydı sana geldiğim gün. O zamana kadar sana gelememenin verdiği acıyı tattım o gün. Seni uzaktan sevmenin ızdırabını... 100.Yıl'ındı. Kocaman bir pasta ve hep bir ağızdan "Hadi hisset bu hislerimi". Mümkün müydü ki hissetmemek? Orada olupta duygulanmamak. Hani insanda 2 ciğer varsa 3'üncüsünü orada olmak yaratır sanki... Öyle büyülüsün ki... Orada olup o taşlara ayak basmak ibadet gibi...

Kadron bir yandan hep bir ağızdan sayılırken bir yandan gözlerim seni süzüyordu. Ne de güzeldin... Benzerlerinin bile imrendiği, sanki saray esintisi gibi dizayn edilmiştin. Bende ki izlenimindi belkide seni saraylara layık görmek. Ve şimdi sen tarihi yapından kopup, modernleşme çabasına sokulmuşsun... Olsun... Varsın o da olsun...

İçinde barındırdığın o ruhu bizlere nakşettin ya,
Varsın yüzüne makyaj çalınsın. Sana sürülen boyalar içimize işlemez ya!
Yüzün değişse ruhun değişmez. Sen bizim hep Şeref'imizdin... Hep Şeref'imizsin...

Şeref Bey'in İzleri...

İlk ziyaretine gittiğimde ilkokul çağlarında idim, ya 1'inci sınıf yada 3'üncü sınıfa gidiyordum. Hayatta örnek aldığım ve sevdiğim yegane insanlardan birtanesi olan halamın kocası götürmüştü beni, şort siyah forma beyazdı. Hep heyecanla görmek istediklerim, sadece trt 1 de görüp izlediğim, saçlarını ve yürüyüşlerine koşularına özendiğim Kartallarım karşımda idi. Nasıl bir heyecandı anlatamam. Numaralı tribünde idik. Eniştemin ısrarlarına rağmen ne bir şey yemiş, ne de içebilmiştim. İlk defa kendimi bu kadar olgun ve heyecanlı hissediyordum. O küçük aklımla ve yaşımla işte o gün dedim. Ben doğru yerdeyim. Benim evim burası. Rakip Zonguldakspor idi maçı 2-0 kazanmıştık. Ama o gün anladığım bir şey daha vardı. Beşiktaşlı için skor ikinci planda idi. Üşümüştüm hava soğuktu. Ama maç bitmese yerimden kalkmazdım. Atom karınca, sarı fırtına ve daha nicelerini izlemek gerçekten bambaşkaydı.

            O günden sonra her 15 günde bir acaba eniştem bir daha götürür mü diye beklemeye başladım. Tabi beklediğim gibi olmamıştı. Radyo 1 den maçları dinliyordum. Spiker, deniz tarafındaki kale dedikçe kapıyor gözlerimi maça gittiğimde aklımda kalan enstantaneleri gözümde canlandırıp hayalini kurmaya başlıyordum. Siyah - Beyaz film gibi biraz. Yaşımda bir yandan ilerliyordu şerefli ikincilikler alıyorduk. yaşım 12-13 olduğu zamanlardı, ağabeyim benden 4 yaş büyük olduğu için elini kolunu sallaya sallaya gidiyordu maça, benim ise içimde kavrulan sevdam hadi Tarık sende git diyordu. Ama ağabeyim her seferinde senle mi uğraşacağım git başımdan derdi. Ama gitmeliydim ve kendi akranlarımızla beraber çeşitli şekillerle çabalarla, önce Taksim oradan da Dolmabahçe’ye gitmeye başladık. Şimdiki gibi biletix’ten bilet almak yok internetten falan, yada tramvaya bin Kabataş ta in oradan stada 10 dakika yürü öyle bir rahatlık yok. Şimdiki gibi sponsor bilet falan hiç yok. Bizim sponsorlarımız maça giden abilerimizin yeni açık üstündeki abi polise verme kardeşlerine ver dediklerimiz bozuk paralardı...

            Hayranlıkla hep izlerdim kapalıyı, yeni açıkta kötü değildi. Ağabeyim beni her maç içeri girmiş gördüğümde yine geldi başımın belası der gibi bana bakardı. Yeni açıkta en öne kendi durduğu yere alırdı beni. Bazen öle kalabalık olurdu ki. havaya kaldırırlardı aşağı gönderirlerdi. Amigo Bülent her davula vurdukça hayranlıkla onu izler, ve arkadaşlar dışarıda arkadaşımız kaldı para toplayacağız diyenlere az önce bana sponsor olan abilerden kalmış para varsa onları verirdik tribünde. Daha 12 yaşında bana cebindeki parayı paylaşmayı öğretmişti Dolmabahçe ve Beşiktaş.

            Gel zaman git zaman yetmemeye başladı yeni açık, kapalıda olmak istiyordum. O bordo yada kırmızı renge boyalı direklerin arasında olmak. Rahmetli Optik Başkan ile bir baba hindiye eşlik etmek. Dolmabahçe maestrosu ile olmak istiyordum. Lise çağlarımda başladım kapalı tribüne gitmeye. Tribüne ağabeylere saygı had safhadaydı. Şimdiki gibi youtube, kameralı telefon vs. yok tabi o zamanlar. Velhasıl saygı sevgide üst düzeyde idi. Bir çok anılarım oldu kapalı tribünde, acısı ile tatlısı ile bir çok anılarım oldu. Halende olmaya devam ediyor. İlkokul çağlarımda kendi kendime burası benim evim dediğimde halen yanılmadığımı anlıyorum. Maç günleri semte gittiğimde yada maç gittiğimde tanıdıklar ile görüşmek ağabeylik kardeşlik ilişkilerinin en güzelini yaşamayı Beşiktaş ile Dolmabahçe’de ki Mabed sayesinde öğrendim.

            İki üç yıldır diyorlar yıkacağız seni, yenisini yapacağız. Neymiş endüstriyel futbolmuş, para lazımmış falanmış fistanmış. Modernize bir statmış, büyük bir gelir elde edecekmiş Beşiktaş. Çağa ayak uydurmak için bunlar lazımmış, Old Trafford benzeri bir stad inşa edilecekmiş. Benim işin bu boyutlarına aklım fazla ermez. Belki biraz eski kafalıyımdır. Belki de doğrusunu yapıyorlardır. Ben dedim ya orasına aklım fazla ermez.

            Benim tek bildiğim İlkokul çağlarımda tanıştığım, 3-4 sene gidip göremesem de radyoda dinlediğim her maçta spikerle beraber görüntüsünü tasvir ettiğim, ortaokul zamanlarında aileyi karşıma alarak bin bir zorlukla ziyaretine gittiğim, ve lise çağlarımdan bu yana kısa aralıklarla da olsa ayrılmadığım kapalımı, Dolmabahçe mi, Dolmabahçe de yaşadıklarımı, ve Dolmabahçe’nin ve Şeref Beyin bana yaşattıklarını, hatıralarımı yıkmaya hiç bir dozerin veya iş makinasının ne gücü yeter ne de kudreti.

Saygılar Sevgiler

Hayatta Beşiktaş ! 

Şeref Bey'den Mektup Var... Hoşçakalın Gözüm

O zamanlar İstanbul’da bu kadar insan yoktu. Sokakların adımlarla geçilebildiği ve plaza ne demektir bilinmeyen zamanlardı. Trafik keşmekeşi nedir bilmezdi insanlar. Ülke ardarda gelen savaşların eşiğinden çıkmış ve yeni doğmuş bir bebek gibi emekleme aşamasındaydı. Gündelik hayatı, hobi denen mereti ilk kez tanıyordu insanlar ve futbol maçlarına dahi son derece şık ve güzel geliniyordu.

O zamanlar İstanbul’da bu kadar stat da yoktu. Tek tribünlü Fenerbahçe Stadı ve Şeref Stadı vardı. Günler geçip takım ve maç sayısı arttıkça statlar ihtiyacı karşılamaz oldu. Benim sahne alma sıram geliyordu artık, bilinmezlerde daha fazla duramazdım. Doğdum…

Zor ve sancılı oldu doğumum, tıpkı her ananın evladını doğururken çektiği o kutsal acı gibi. Planlandığı gibi olmadı yeryüzüne gelişim. Gazhane tarafındaki tesislere dokunamadılar. Sonra orayı yüksek bir taş duvarla kapattılar, artık yeryüzüne inebilirdim. Hatta İstanbul’un en güzel yerine konabilirdim. Ayaklarımın altındaydı İstanbul ve artık Türk futbolunun yeni merkeziydim.

1947 senesinin bir sonbaharında açtım kapılarımı cümle cihana ve cihan padişahı Beşiktaş’a. Yabancı bir takımla oynuyorlardı. Seyirciler hep bir ağızdan Beşiktaş’ı destekliyordu. O gün benim de her zerrem siyah beyazdı. Sanki o gün karar vermiştim ömrümün sonuna dek Beşiktaş’ın olmaya. Hele gençten bir çocuk vardı, Süleyman. İlk golü attığı vakit insanların öyle bir sevinci vardı ki görmeliydiniz. Ben böyle mutlulukların yeni adresiydim.

52 yılıydı, adımı değiştirdiler. Siyasi imiş, öyle dediler. Yeni adım Mithatpaşa’ydı ama insanlar yine de yalnız bırakmıyorlardı beni. Akın akın geliyorlardı sevdalısı oldukları renkleri görmeye. Ben aşıkları buluşturuyordum. Bu yüzden herkes beni sevdi. Hatta herkes futbolu benimle sevdi. Artık tüm maçlara neredeyse ev sahipliği yapıyordum. İstanbul’un üç büyüğü de benim kucağımda oynadı maçlarını. En büyük yıldızlar benim çamurumla yıkandı. Kimleri kimleri mutlu ettim, ya da üzdüm bir bilseniz. Kimleri gördüm, kimleri taşıdım üzerimde. Kimler ayak bastı harcıma keşke kelimeler yetse de dökebilsem. Milli maçlar da dahil olmak üzere ne tarihi günlerin altında imzam var benim. Belki şu vatanda Türk Bayrağı’nın santra öncesi en çok dalgalandığı yerim.

Yıllar ilerledikçe düzen de değişiyordu ve insanlar her yeni düzene ayak uydurmakta çok hızlıydılar. İsmim 73’te yeniden eski şeklini aldı, ona da çabucak alıştılar. Bir de artık her takım maçlarını burada oynamaya başlamıştı. Derbi maçlarda da öyle bilet sınırı falan yoktu, isteyen gelebildiği kadar geliyordu. O dönemde tüm seyircileri tanıdım yakından, bana en yakın gelen ilk gözağrım Beşiktaş’ın taraftarıydı. En görkemli yerim kapalı tribündü, gerçi hala da öyle derler. O kapalı tribüne hakim olmak için taraftarlar arasında bir güç gösterisi başladı. Beşiktaşlılar mangal yürekli çocuklardı. Hürriyet, Şeref, Bahattin, daha niceleri… Verdikleri kavga sonucu aldılar kapalıyı, bir daha kimselere vermemecesine. Artık onlar bana, ben onlara kavuşmuştum.

15 yıl hüzünle geçtikten sonra 82’de şampiyon oldu Beşiktaş. Bu da çok önemliydi elbet ama daha da önemlisi benim bir sevgili bulmamdı. O sene Beşiktaş semtinin gençleri bir grup kurdular kendi aralarında. Adını Çarşı esnafından, gücünü alın terinden alsın diye Çarşı koydular adını. Optik vardı, Ayhan, Cem, Alen, Cavit, “Hacıbaba”, Hasan, Murat, niceleri… Beşiktaş sevgisi çığ gibi büyürken ben o kapalının göbeğindeki yakışıklı çocuk Çarşı’ya kaptırmıştım gönlümü.

Çok güzel günlerimiz, anılarımız oldu. O 15 senenin tadını çıkarırcasına seri şampiyonluklar gelmeye başladı. Gencecik, fidan gibi Beşiktaş çocuklarının eviydim artık. Efsane kadro olarak tarihe geçecek isimler, mayalarında benim kokumu taşıdılar hep. O zamanın başkanı da yukarda bahsettiğim Süleyman vardı ya, oydu işte. Beşiktaş’ı çok mutlu ettik beraber, Beşiktaş da bizi. Metin’in fuleleri, Takoz’un faulleri, Feyyaz’ın golleri, Ferdinand’ın estetik çalımları, Mutlu’nun uzun taçları, Sergen’in frikikleri, Pascal’ın kapalıya koşması, İlhan’ın kartal kanatlarını açması hiç çıkmadı aklımdan. Aşkımız devam ediyor, aşkımızı büyütenlerin sayısı ise artıyordu. Milenyum dedikleri bir çağ kapıda bizi beklerken trilyoner dedikleri bir herif talip oldu bana. Cevabı kapalı verdi, “İnönü bizimdir, direkleri sizindir.”

Hepinize, gelmiş geçmiş her birinize minnet borçluyum çocuklar. Bazı zaman öyle boynu bükük ayrıldınız ki, bir daha gelmeyeceğinizi bile düşündüm. Ama siz her seferinde daha kalabalık, daha gür sesli, daha başı dik geldiniz. Ne bana ne sevdaya hiç küsmediniz, beni yalnız bırakmadınız hiç. O zaman söylemedim ama şimdi söyleyeyim, ben de size çok kıyak geçtim aslında. Mesela Barcelona’yı 3-0 yendiğimiz maçta Baba Hakkı’yı, Vedat’ı, Sanlı’yı, Yusuf’u kimseler görmeden ben aldım içeri. Biz o maçı 11’e 11 oynamadık. O meşhur PSG maçında herkese durması gereken yeri ben fısıldadım. Liverpool maçında siz kan ter dökerken ben kıs kıs gülüyordum çünkü kalenin içine otobüs parketmiştim çaktırmadan, imkansızdı gol olması. Her devirdiğimiz maçta vardır bir Ali Cengiz’im. Feda olsun Beşiktaş’a azizim.

Desibel rekoru kırdığınız günden beri kulağımda işitme kaybı var. Beşiktaş taraftarı kavga ettiği gün kalbim teklemeye başladı, huzur vermiyor. O kadar maçı kaldırmak kolay değil, tansiyonum da var artık. Doktorlar heyecan verici şeyleri yasakladı, Fener maçlarında bile perhizdeyim artık. Anladınız siz onu… Kolonlarım çatladı, koltuklar eskidi, boyalar dökülmeye başladı. Ben galiba ufaktan yaşlandım ey yoldaşlar. O çağa ayak uydurmakta bir numara olan insanoğlunun da istekleri değişti.

Eskisi kadar sağlam olmayınca insanlar da eskisi kadar güvenemiyor bana. Ben siz üşürken oturduğunuz yerde sizi ısıtamıyorum da. Üstünüzü örtemiyorum yağmur yağdığında ey yeni ve eski açık. Halbuki şimdi stat battaniyeleri var. Açılır kapanır oluyor, bir damla üşümüyorsunuz. Maç seyrederken portakal suyu falan da dağıtamam size. Dedik ya yaşlandık diye evlat… İşte beni bu yüzden emekli etmek istiyorlar. Oysa biz mutluyduk değil mi böyle? Siz ıslansanız da yağmurla coşuyordunuz hatta besteniz bile vardı ya. Siz ne kadar soğuk olsa da hava benimle ısınmıyor muydunuz söylesenize? En güvende hissettiğiniz yer benim yanım değil miydi? Artık böyle diyorlar, beni yıkıyorlar. Üstelik karanlıktan korkarım ben, birileri iyi geceler demeden uyuyamam. Sizin o son dakikalarda Gündoğdu var ya hani, o benim iyi geceler öpücüğümdü. O da mı gidiyor şimdi? Hay Allah.

Neyse yoldaşlar, lafı uzun ettim. Aslında anlatmadıklarım anlattıklarımın yanında okyanustur. Neler götürüyorum kendimle bir bilseniz. Anlattığım kadarını yazmasını bir arkadaşınızdan istedim. O da en mutlu günlerini benimleyken yaşamış, öyle söyledi. Ben de madem öyle, borcunu öde dedim. Bu da benim size ayrılırken hediyem olsun hesabı.

Şunu unutmayın… Beşiktaş benden sonra da var olacak ve payidar kalacak ama Beşiktaş ve sizler olmasanız ben bir hiçtim. Ve size bir sır daha vereyim giderayak. Ben en çok sizin bana “Şeref Bey” deyişinizi sevdim. Şerefiniz daim olsun, şerefin çocukları.

Beşiktaş ve Beşiktaşlılığın önünde saygıyla eğiliyorum.
Mabediniz, Beşiktaş İnönü Stadı.

23 Ocak 2011 Pazar

Akılda Kalanlar

Sevgiliye kavuşmuş olmanın mutluluğu içindeyiz. O'nsuz hayatın heyecanının olmadığını bir kez daha kanıtlamış oldu sezonun ilk buluşması...

                                                   Not: Resim mabedden değil. Fakat pankart tek :)

Ben öyle kafadan 3 atarız 5 atarız demeyi sevmem. Lakin Beşiktaş öyle bir değişim geçirdi ki, insanı beklenti içine sokuyor doğal olarak. Eminim sizde benim gibi uzun zamandır Beşiktaş'ı bu şekilde izlemediniz. İnsanda hayranlık uyandıran bir futbol sergilemeleri hem gözleri hem gönülleri doyurdu. Bu değişimin temel taşları elbette dünya çapında dikkatle izlenen yıldız futbolcuları kadroda bulundurmak. Keza göreceksiniz ki yıllardır varlığı yokluğu tartışılan Nobre'nin gol yollarında etkinleşmesini sağlamış bulunmaktalar. Kendi kalitelerinden etraflarına serper serpe Beşiktaş'ta Schuster kadar teknik görevleri de üstleniyorlar. Oyunu tam saha oynayarak gönüleri mest ediyorlar.

Buradan yola çıkarak, tribünlerdeki futbol açlığını da görmekle beraber, kapalıda ki o ruhun bile "yıllardır ağzı açık maç izlemediğine" şahit oldum. Biz bu oyunu gerçekten severken, karşılığını alamamaktan dem vurur dururduk. Bu özlemi dindirmek için yıllardır dış ligleri izlemekle acaba biz bu işin neresindeyiz diye sorup dururken, o güzide semtimizin takımı çıkageldi karşımıza... İyi ki de geldi...

Maçın teknik taktik olaylarına girmek abes kaçar. Bucaspor karşısında etkin oynayan taraf bizdik. Fakat Bucaspor'un ligin ilk yarısına oranla etkinliğini kaybettiğini, o takım savunması anlayışından uzaklaştığını gördük. Beşiktaş'ın da oyuna top rakipteyken bile hakim oluşu Bucaspor'u kendi ekseni etrafında döndürdü.

Ciddi sınav olarak nitelenmesi elbette olanaksız. Lig'e iyi başlamanın verdiği huzurun tadını çıkarmaya bakarken, ilk ciddi sınavımızın Trabzonspor karşısında olacağını belirtmek gerek. Zaten büyük takımların büyük maçlarda etkinliği şampiyonluğa yaklaştırırken hem kupada ki üstünlüğün lige yansıyacağını düşünüyorum. Trabzon'un dün itibariyle beraberlikle neticelendirdiği Ankaragücü maçından sonra kendi tribünlerinde yaşanan homurdanmalar, Beşiktaşlıya moral üstünlüğü sağlamış durumda. Yine de her ihtimale açık olan bir maç beklediğimi söylemeliyim. Cuma akşamı itibariyle dillendirilen Beşiktaş'ın güzel futbolu (allah korusun) bir beraberlikte yerle bir edilebilecek basın organlarına gebe... Bu işin son noktası olarak gözüküyor. Atılacak başlıklar yapılacak yorumlar şimdiden gözümün önünde... Rehavete kapılacağını düşünen kalemşörlerin şimdiden açacaklarını hazırladıklarını görüyorum. Eğer ki bu noktadan Beşiktaş'a vuracak olurlarsa; rehavetin, bu ligin kat kat gömlek üzeri liglerinden gelen yıldızlara giydirileceğini düşünmeleri tamamen zeka seviyesini belirleyecek etkenlerden bir tanesi olmalı...

Özlemi dindirdik, mutluyuz. Cuma akşamı orada olmanın heyecanı hala gönlümüzde... Uzun zamandır beraber mabedde bulunamadığım arkadaşlarımla olmakta gönlümüzü şenlendirdi. Ki getirdikleri pankartla da emeklerinin karşılığını aldıklarını görmek üzerine cila oldu...

18 Ocak 2011 Salı

Yalan...

Bu satırların herbiri sarhoştur, çakırkeyftir. Affınıza arz edilir...

Sarhoşluk Beşiktaş hasretiyle karışınca, dünyanın en kafayı güzel eden duygusu gelişir metabolizmalarda. Hasretimizin nedeni Beşiktaş'ın epey zamandır "Allah Allah Allah Allah saldır Beşiktaş" diyeceğimiz bir maça çıkmamasıdır. Manisa maçı çöle düşürülmüş bir esirin ağzına verilen bir damla sudur olsa olsa ölmemesi, yaşama tutunması için. Hasretimiz hala olağanı çoktan aşan boyutlardadır. Oysa gönülde başka bir hasret olsa kağıda kaleme dökmeye dahi tenezzül etmeyiz, ama mesele sen olunca ille de tutamayıp kendimizi, hem ağlar hem söyleriz.

Oysa bir çok yokluk gördüm ben, hiçbiri seninkine benzemiyordu. Oysa birçok hasret gördüm seninkinin milyonda biri kadar etmeyen. "Adam gibi hasretleri özledik" derken şair, ben o adam gibi hasretlerle bir tek seni özdeşleştirebiliyordum. Gurbet elde ilaç olacak valide sultan çorbası bile senin bulunduğun bir deplasman şehrinde içilen çorba kadar ısıtmıyordu içimi. En acıkmış, en susamış, en perişan anımda, lokantada istenen çorba gibiydi varlığın. "Kaşığa gerek yok, ekmek bol olsun" dercesine seni öyle kolayca kaşıklayarak içmek yerine ekmeğe banıyordum ki daha bir doyurasın. Varlığın içimin ısınış sebebiydi ölesiye. Sanki hayatta en çok sevdiğinin gidişine izin vermiş ve bundan vicdan azabı duyan bir meczuptum. Benim aciz kelimelerim yetersiz kalıyordu hasretini anlatmaya. Senin hasretini anlatmak içinse ben dahi acizdim. Başvurdum üstadın dizelerine...

Hangi cama kafa atsam?
Hangi kapıyı omuzlayıp kırsam?
Hangi meyhanede dellenip, hangi masaları dağıtsam?

Ben de bu sersem başımı, karakolun duvarına vursam.
Kendimi caddeye atıp, arabaların altına savursam.
Hangi tercih beni en hızlı şekilde öldürür?
Hangi şekil öldürmez de, ömür boyu süründürür?
Kayıp ilanı mı versem, şehir şehir dolanmak yerine?
Ödül mü koysam, ölü veya diri seni bulup getirene?
Hangi ayrılık var ki, böyle diş ağrısı gibi durmadan
zonklasın?
Hangi cam kesiği var ki, böyle musluk gibi içime damlasın?
Hiç sanmam! ...
Hasta kalbim bunu bir süre daha kaldıramaz! .
Feriştah olsa, böyle eli kolu bağlı bekleyip duramaz.
Hangi mübarek dua,
Hangi evliya tesir eder, seni döndürmeye?
Hangi aptal mazeret ikna eder, ateşimi söndürmeye? 

Bana inanmıyorsan bari Hayaloğlu'na inan. Seni siyah şort beyaz formayla görmediğimden beri hayatımdan neler eksildi bir bilsen... Ama en acısı hiçbir eksilenin eksikliğini senin kadar hissetmediğimdi. Sen bir çıksan sahaya tüm hasretler bitecekti. Benim sana hasretim herhangi birinin, herhangi birşeye duyduğu hasret gibi değildi. Ben yine herhangi biriydim ama sen hep farklıydın. Ben seni en kötü zamanında bile delicesine özlemiştim. Hani insan annesini bile kıırarken ona sarılmayı ister ya aynı anda, aynen öyle. Hani seversin, özlersin de özledimn demeyi kendine bile yediremezken onu karşında bulursun da Munzur suyu gibi akar gözlerin, aynen öyle. Ve ben öyle sevmiştim ki seni, hani hayvanlar yavrusınu nasıl yalarmış, aynen öyle. Ve o nasıl ayrılıktı be, hani bir tren gelir de üzerinden geçermiş, aynen öyle.

Anladım ki ben sensiz bir hiçtim. Sen ise bensiz, bensiz olduğunu bilmeyecek kadar fire vermeyerek büyüklüğünden, hep aşık olup söyleyemediğim en platonik hikayem gibi, resmini elime aldığımda dev cüssemi titreten o sevdalım gibi, benim seni düşünmeye feda edilen uykularımdan ve sana armağan uykusuzluklarımdan habersiz, yüreğimde büyüyen bir tümör hesabı öldüreceğini de bilsem kurtulamadığımdın. Başka kurtulamam dediklerimi bi celsede silmişken, bir tek sen benim atlatamadığım bağımlılığımdın. Alkolden ve mezesinden de öte...

Benim kelimelerim acz içinde kıvrandıkça Hayaloğlu şiirin sonuna geliyordu. Ben senden başkasına vazgeçilmez dediğim günler için kendime küfrediyordum sözler ilerledikçe. Herşeyin sebebi sensizlik, bu terso gidişin tüm müsebbibi bizim kavuşmamıza fasıla veren düzendi. Şimdi radyoda İbo da çalsa ayrılığı anlatan bu şiir kadar dokunmazdı bana, ve önüme zemzem de gelse hasretinin şerefine içtiğim her neyse onun kadar arılatamazdı ruhumu. Üstat Hayaloğlu son iki mısrada epey bi saydı kendisine yamuk yapan, dilimin yenge demeye varmadığı sevdaya ve dedi ki:

Hangi mermi dağıtır insanlara olan inancımı?
Hangi bekçi, hangi polis artık zapteder beni?
Ve! .. Hangi su bağışlatır?
Hangi musalla temizler seni?

Oysa hiçbir su seni bağışlatmaya cüret edecek kadar temiz değildi ve seni değil, bizi temizleyecek o musalla ölmeden mezara konsak da bizi korkutmayacak o musallaydı. Ben senden bi başkasını sevebildiyse yüreğim adına herşeyden, en başta senden özür dilerken, sana yalvarıyorum bir an önce gelsin o Cuma ve çık o çıkış tünelinden.

Bu yazının başlığı, senin dışında ne varsa onu anlatır. Hayaloğlu'ndan sonra ve hala dublede bir fondip miktarı rakı varken Tatlıses de iyi gider.

"Şu koskoca dünya alem, içindeki neşe elem
Yazımızı yazan kalem, anladım ki hepsi yalan
YALAN..."

Böyle bir alemde tek gerçekken çık sahaya ve bizi sensizliğe mahkum etme, olmaz mı?

Uçurumun kenarında tutunduğumsun Beşiktaş, ve senden başkası YALAN...

4 Ocak 2011 Salı

Kapıdaki Tehlike - Sporda Şiddeti Önleme Yasası

Aylardır futbolun içindeki bir çok ismin dile getirdiği bir yasa tasarısı var.
Özellikle son günlerde bu daha da çok dile getirildi. Bazı medya kuruluşları işi resmen baskı yaratmaya getirdiler.
Bir çok arkadaş bu yasanın içeriğini, potansiyel sakıncalarını, neleri değiştireceğini - değiştiremeyeceğini anlattılar.

Ben de bu yasanın Çakar-Toroğlu içerikli programlarda dile getirilecek "sorunlar (!)"ın ertesi günü belirli taraftar gruplarına ceza kesmekten öte gitmeyecek bir yasa olduğuna inanıyorum. Türkiye'nin her yerinde şiddet olayları devam edecek ve cezayı daha göz önünde bulunan taraftar grupları, özellikle de Beşiktaş taraftarı çekecek.

Benzer yasalar bir çok futbol ülkesinde geçerli (ki bu ülkelerin hiç birinde küfürün suç-ceza kapsamında incelendiğini, küfür edenlerin 6 ay - 3 yıl gibi cezalar ile yüzyüze olduğunu görmedim) ama bu ülkeler futbol adına taraftarlarına belirli bir konforu ve güveni sağlayabilmiş ülkeler.

Ben de bir taraftar olarak futbolun temel direği olduğuma, bütün bu federasyon, medya, oyuncu, TD'ün benim varlığım sayesinde var olduğuna, ben izlemezsem spordan kazandığı ile hayatını güç bela sürdürebilen bir (örneğin) hentbol oyuncusundan farkları olmadığına inanarak kendi adıma taleplerimi dile getiriyorum. Benim alternatif sporda şiddeti önleme yasam:

1-Bundan sonra "....dan gelen haberlere göre" ".... kaynaklardan aldığımız bilgiler" tarzı haberler yapılamaz. Haberin kaynağı belirtilmeli. Aksi takdirde bu; ait olduğu topluluktan haber sızdıracak kadar hain ama adını açıklayamayacak kadar korkak bir kaynağın bilgisidir. Ya da uydurmadır. Her iki durumda da haber yapılması yanlıştır.

2-1. madde kabul edilmediği takdirde kimse beni "i.ne hakem" "ne oluyor dötün başın oynuyor" tarzı tezahuratlarımdan dolayı suçlayamaz. Ben de "hakeme yakın kaynaklardan aldığım bilgiye göre bu hakem i.nedir" "boş zamanlarında orasını burasını oynatıyormuş" "bir kaynağın ilettiğine göre bu hakemin annesi içten içe bana meyilliymiş" diyerek kaynağımı açıklamadan kendimi savunurum.

3-Beni stada iğne deliğinden geçirip soktuğunuz takdirde içeride her türlü taşkınlığı yapma hakkım saklıdır. Ne zaman beni stada insan gibi kontrollerden geçirip alırsınız, o zaman ben de insan gibi maçımı seyrederim.

4-Takımımın ait olduğu ligdeki tüm hakemlerin hesapları, gelirleri-giderleri şeffaf olmalıdır. Bu hakemler uluslararası standartlara uygun olarak eğitilmelidir. Uluslararası standartlar bu hakemlerin uygunluğunu onamalıdır. Takımımın maçını yönetecek hakemler ülke futbolunun bulunduğu seviyede olmalıdır. Aksi takdirde benzer seviyedeki futbol ülkelerinden hakemler getirilmelidir. (Türk futbolu dünya seviyesinde ilk 20 deyken hakemlerimiz ilk 50ye giremiyorsa, o adamların yönettiği maçların sonuçları ve tepkileri için kimse beni suçlayamaz).

5- Federasyon görevlileri öncesinde ve sonrasında benim takımımın veya rakiplerin herhangi bir görevinde bulunmamış, bulunmayacak görevliler olmamalıdır. Kusura bakmayın ama bu dönem federasyon asbaşkanlığı, gelecek dönem (örneğin) Bursa, GS asbaşkanlığı yapacak bir adamın adaletine güvenmeme hakkını kendimde fazlası ile buluyorum.

6- Stada girdiğimde ortalama 50-100 TL gibi ciddi bir bedel ödeyerek satın aldığım koltuk bana ait ve boş-temiz olarak bekliyor olmalıdır. Bu koltukta oturma, kalkma, ayakta durma benim kendi tercihim olacaktır. Bilmemne emniyet amirinin kankası, x yöneticinin hemşerileri stada alınacak diye benim konforumu bozmaya kimsenin hakkı yoktur. 

7-Hijyen-beslenme-sağlık gibi temel ihtiyaçlarımı karşılamak üzere stadta gerekli tesisler bulunmalı, bunlar düzenli şekilde kontrollerden geçirilmelidir.

8-Ali Turan-Mehmet Topuz olaylarında olduğu gibi futbolcuya çok maaş verilip, az gösterilip vergi kaçırılması olaylarının üzerine gidilmelidir. Gelişmeler ve cezalar kamuoyu ile paylaşılmalıdır. Kimsenin benim vergimin çalınıp çırpıldığı bir ortamda beni hizaya getirme gibi önceliği olmamalıdır.

9-Futbol sahaları uluslararası standartta olmalıdır. Madem ki beni İngiliz Ligi'nden daha katı ve ağır şartlar ile yargılayacaksınız, o zaman İngiliz Ligi'nden daha iyi zeminlerin üzerinde top oynandığı bir futbol ortamı sunun bana.

10-Tüm modern futbol ülkelerinde olduğu gibi maç günü stada gideceğim belirli yollar, belirli saatlerde trafiğe kapatılmalıdır.

11- Stad girişinde kontroller ile belirli alkol seviyesini aşmış seyirciler maça alınmamalı ve böylece sağımızda solumuzda potansiyel bomba konumundaki taraftarların önlemi alınmalıdır.

Benim bir futbol seyircisi en temel beklentilerim ve taleplerim bunlardır. 
Bu talepler karşılandığı takdirde benim de şiddete başvurmak için herhangi bir sebebim yoktur.